Hyundai Elantra 1.6 MPI Kullanıcı Yorumları ? Hyundai Elantra 1.6 MPI Alınır mı ? - ArabaKolik.Net

Hyundai Elantra 1.6 MPI, şık tasarımı, geniş iç mekanı ve ekonomik motoruyla dikkat çeken bir sedan otomobil. Bu araç, yakıt ekonomisi, performans ve konfor arasında denge arayan sürücüler için ideal. Detaylı teknik özellikler, donanım paketleri ve kullanıcı yorumlarıyla, Hyundai Elantra 1.6 MPI hakkında merak ettiğiniz her şeyi öğrenin.

ÜstadHaziran 27, 2024 0 1.1K

ÜstadHaziran 27, 2024 0 274

ÜstadHaziran 27, 2024 0 222

ÜstadHaziran 27, 2024 0 623

ÜstadHaziran 27, 2024 0 213

ArabatorHaziran 16, 2024 0 206

ArabatorHaziran 16, 2024 0 201

ArabatorHaziran 16, 2024 0 215

ÜstadAralık 17, 2024 0 299

ÜstadAralık 17, 2024 0 189

ÜstadAralık 17, 2024 0 293

ÜstadAralık 17, 2024 0 393

ÜstadHaziran 24, 2024 0 174

ÜstadHaziran 19, 2024 0 175

ÜstadHaziran 24, 2024 0 186

ÜstadHaziran 24, 2024 0 162

ÜstadHaziran 24, 2024 0 182

ÜstadTemmuz 14, 2024 0 372

ÜstadHaziran 24, 2024 0 527

ÜstadHaziran 30, 2024 0 382

ÜstadHaziran 30, 2024 0 345

ÜstadHaziran 30, 2024 0 635

ÜstadHaziran 30, 2024 0 792

ÜstadHaziran 24, 2024 0 183

ÜstadHaziran 24, 2024 0 138

ÜstadTemmuz 19, 2024 0 377

ÜstadTemmuz 19, 2024 0 816

ÜstadTemmuz 19, 2024 0 247

ÜstadTemmuz 19, 2024 0 236

ÜstadHaziran 24, 2024 0 152

ÜstadHaziran 25, 2024 0 305

ÜstadHaziran 24, 2024 0 172

ÜstadTemmuz 15, 2024 0 151

ÜstadTemmuz 14, 2024 0 211

ÜstadHaziran 24, 2024 0 153

ÜstadHaziran 24, 2024 0 151

ÜstadAralık 17, 2024 0 393

ÜstadAralık 16, 2024 0 152

ÜstadAralık 16, 2024 0 345

ÜstadAralık 16, 2024 0 132

ÜstadHaziran 24, 2024 0 152

ÜstadHaziran 24, 2024 0 170

ÜstadHaziran 24, 2024 0 187

ÜstadHaziran 24, 2024 0 150

ÜstadHaziran 24, 2024 0 267

ÜstadHaziran 24, 2024 0 191

ÜstadHaziran 24, 2024 0 163

ÜstadHaziran 24, 2024 0 247

ÜstadHaziran 24, 2024 0 182

ÜstadHaziran 24, 2024 0 183

ÜstadHaziran 24, 2024 0 235

ÜstadHaziran 24, 2024 0 149

ÜstadHaziran 24, 2024 0 171

ÜstadHaziran 24, 2024 0 135

ÜstadTemmuz 28, 2024 0 144

ÜstadTemmuz 28, 2024 0 159

ÜstadTemmuz 28, 2024 0 225

ÜstadTemmuz 27, 2024 0 246

ÜstadHaziran 24, 2024 0 134

ÜstadTemmuz 3, 2024 0 1.1K

ÜstadTemmuz 3, 2024 0 1.3K

ÜstadTemmuz 19, 2024 0 313

ÜstadTemmuz 19, 2024 0 271

ÜstadTemmuz 19, 2024 0 1.2K

ÜstadTemmuz 3, 2024 0 499

ÜstadTemmuz 3, 2024 0 255

ÜstadTemmuz 3, 2024 0 210

ÜstadTemmuz 3, 2024 0 292

ÜstadTemmuz 3, 2024 0 245

ÜstadTemmuz 4, 2024 0 225

ÜstadTemmuz 3, 2024 0 269

ÜstadTemmuz 3, 2024 0 569

ÜstadHaziran 27, 2024 0 222

ÜstadHaziran 27, 2024 0 918

ÜstadHaziran 27, 2024 0 191

ÜstadHaziran 27, 2024 0 427

ÜstadHaziran 24, 2024 0 191

ÜstadHaziran 21, 2024 0 536

ÜstadHaziran 18, 2024 0 2.8K

ÜstadHaziran 18, 2024 0 1K

ÜstadHaziran 24, 2024 0 148

ArabatorHaziran 19, 2024 0 145

ArabatorHaziran 19, 2024 0 159

ArabatorHaziran 19, 2024 0 237

ÜstadAğustos 2, 2024 0 264

ÜstadAğustos 1, 2024 0 158

ÜstadAğustos 1, 2024 0 206

ÜstadAğustos 1, 2024 0 196

ÜstadTemmuz 19, 2024 0 417

ÜstadTemmuz 19, 2024 0 765

ÜstadTemmuz 19, 2024 0 312

ÜstadTemmuz 19, 2024 0 193

ÜstadTemmuz 27, 2024 0 226

ÜstadTemmuz 27, 2024 0 214

ÜstadHaziran 27, 2024 0 825

ÜstadHaziran 27, 2024 0 223

ÜstadHaziran 27, 2024 0 203

ÜstadHaziran 27, 2024 0 287

ÜstadHaziran 27, 2024 0 247

ÜstadHaziran 27, 2024 0 279

ÜstadTemmuz 14, 2024 0 339

ÜstadTemmuz 14, 2024 0 319

ÜstadTemmuz 14, 2024 0 475

ÜstadTemmuz 14, 2024 0 137

ÜstadTemmuz 15, 2024 0 121

ÜstadTemmuz 15, 2024 0 105

ÜstadTemmuz 15, 2024 0 344

ÜstadTemmuz 15, 2024 0 287

ÜstadTemmuz 13, 2024 0 214

ÜstadTemmuz 13, 2024 0 235

ÜstadTemmuz 13, 2024 0 735

ÜstadTemmuz 13, 2024 0 242

ÜstadHaziran 30, 2024 0 684

ÜstadHaziran 27, 2024 0 257

ÜstadHaziran 27, 2024 0 214

ÜstadHaziran 27, 2024 0 1.1K

ÜstadHaziran 30, 2024 0 217

ÜstadHaziran 24, 2024 0 260

ÜstadHaziran 24, 2024 0 431

ÜstadHaziran 24, 2024 0 106

ÜstadAğustos 19, 2024 0 171

ÜstadAğustos 17, 2024 0 186

ÜstadAğustos 14, 2024 0 212

ÜstadAğustos 10, 2024 0 232

ÜstadHaziran 30, 2024 0 500

ÜstadHaziran 30, 2024 0 124

ÜstadHaziran 30, 2024 0 186

ÜstadHaziran 30, 2024 0 130

ÜstadTemmuz 8, 2024 0 129

ÜstadTemmuz 8, 2024 0 105

ÜstadTemmuz 8, 2024 0 368

ÜstadTemmuz 8, 2024 0 708

ÜstadHaziran 24, 2024 0 106

ÜstadTemmuz 8, 2024 0 709

ÜstadTemmuz 7, 2024 0 134

ÜstadTemmuz 7, 2024 0 118

ÜstadTemmuz 7, 2024 0 133

ÜstadAğustos 7, 2024 0 130

ÜstadAğustos 7, 2024 0 122

ÜstadAğustos 6, 2024 0 199

ÜstadAğustos 6, 2024 0 245

ÜstadHaziran 27, 2024 0 207

ÜstadHaziran 27, 2024 0 495

ÜstadHaziran 27, 2024 0 345

ÜstadHaziran 27, 2024 0 299

ÜstadTemmuz 12, 2024 0 140

ÜstadTemmuz 12, 2024 1 294

ÜstadTemmuz 12, 2024 0 156

ÜstadTemmuz 12, 2024 1 2K

ÜstadHaziran 24, 2024 0 243

ÜstadHaziran 24, 2024 0 158

ÜstadHaziran 24, 2024 0 996

ÜstadHaziran 24, 2024 0 924

ÜstadTemmuz 3, 2024 0 132

ÜstadTemmuz 3, 2024 0 135

ÜstadTemmuz 3, 2024 0 400

ÜstadTemmuz 3, 2024 0 339

ÜstadHaziran 24, 2024 0 521

ÜstadHaziran 24, 2024 0 297

ÜstadHaziran 24, 2024 0 700

ÜstadHaziran 24, 2024 0 1.5K

ÜstadTemmuz 25, 2024 0 113

ÜstadTemmuz 25, 2024 0 96

ÜstadTemmuz 25, 2024 0 117

ÜstadTemmuz 24, 2024 0 161

ÜstadTemmuz 27, 2024 0 166

ÜstadTemmuz 27, 2024 0 216

ÜstadTemmuz 26, 2024 0 495

ÜstadTemmuz 26, 2024 0 253

ÜstadHaziran 24, 2024 0 187

ÜstadHaziran 24, 2024 0 1.1K

ÜstadHaziran 24, 2024 0 1.3K

ÜstadHaziran 24, 2024 0 543

ÜstadTemmuz 28, 2024 0 423

ÜstadTemmuz 28, 2024 0 501

ÜstadTemmuz 12, 2024 0 356

ÜstadTemmuz 12, 2024 0 699

ÜstadAralık 17, 2024 0 299

ÜstadAralık 17, 2024 0 189

ÜstadAralık 17, 2024 0 293

ÜstadEylül 18, 2024 0 134

ÜstadAralık 16, 2024 0 186

ÜstadAralık 16, 2024 0 296

ÜstadTemmuz 12, 2024 0 583

ÜstadTemmuz 12, 2024 0 147

ArabatorAğustos 3, 2025 0 1K

ArabatorEylül 13, 2024 0 107

ArabatorEylül 13, 2024 0 100

ArabatorEylül 13, 2024 0 154

ArabatorEylül 13, 2024 0 112

ÜstadHaziran 22, 2024 0 209

ArabatorAğustos 28, 2024 0 96

ÜstadTemmuz 13, 2024 0 152

ÜstadTemmuz 13, 2024 0 136

ÜstadTemmuz 13, 2024 0 119

ÜstadHaziran 22, 2024 0 126

ÜstadHaziran 22, 2024 0 106

ÜstadHaziran 22, 2024 0 178

ÜstadHaziran 22, 2024 0 104

ÜstadTemmuz 13, 2024 0 152

ÜstadTemmuz 13, 2024 0 136

ÜstadTemmuz 13, 2024 0 119

ÜstadTemmuz 13, 2024 0 108

ArabatorHaziran 17, 2024 0 683

ArabatorHaziran 17, 2024 0 128

ArabatorHaziran 17, 2024 0 344

ArabatorHaziran 17, 2024 0 593

ArabatorHaziran 19, 2024 0 154

ArabatorHaziran 19, 2024 0 115

ArabatorHaziran 19, 2024 0 128

ArabatorHaziran 19, 2024 0 127

ArabatorHaziran 16, 2024 0 4.3K

ArabatorHaziran 16, 2024 0 590

ArabatorHaziran 16, 2024 0 324

ArabatorHaziran 16, 2024 0 205

ArabatorHaziran 16, 2024 0 818

ArabatorHaziran 16, 2024 0 635

ArabatorHaziran 16, 2024 0 3.9K

ArabatorHaziran 16, 2024 0 653

ÜstadHaziran 22, 2024 0 128

ÜstadHaziran 22, 2024 0 275

ÜstadHaziran 22, 2024 0 138

ÜstadHaziran 22, 2024 0 132

ÜstadHaziran 22, 2024 0 217

ÜstadHaziran 22, 2024 0 115

ÜstadHaziran 22, 2024 0 127

ÜstadHaziran 22, 2024 0 251

ÜstadHaziran 24, 2024 0 156

ÜstadHaziran 24, 2024 0 399

ÜstadHaziran 24, 2024 0 122

ÜstadHaziran 24, 2024 0 123

ÜstadHaziran 22, 2024 0 110

ÜstadHaziran 22, 2024 0 103

ÜstadHaziran 22, 2024 0 162

ÜstadHaziran 22, 2024 0 122

ÜstadHaziran 22, 2024 0 113

ArabatorMayıs 7, 2025 0 646

ÜstadHaziran 16, 2024 0 118

ÜstadHaziran 16, 2024 0 128

ÜstadHaziran 15, 2024 0 148

Hyundai Elantra 1.6 MPI, şık tasarımı, geniş iç mekanı ve ekonomik motoruyla dikkat çeken bir sedan otomobil. Bu araç, yakıt ekonomisi, performans ve konfor arasında denge arayan sürücüler için ideal. Detaylı teknik özellikler, donanım paketleri ve kullanıcı yorumlarıyla, Hyundai Elantra 1.6 MPI hakkında merak ettiğiniz her şeyi öğrenin.

ÜstadÜstadTemmuz 13, 2024 - 06:47 0 235Hyundai Elantra 1.6 MPI Kullanıcı Yorumları ? Hyundai Elantra 1.6 MPI Alınır mı ?

Genel Bakış

Hyundai Elantra, kompakt sedan segmentinde yer alan ve geniş iç mekanı, modern tasarımı ve yakıt ekonomisi ile dikkat çeken bir modeldir. 1.6 MPI motor seçeneği, hem şehir içi hem de şehir dışı sürüşlerde kullanıcıya tatmin edici bir performans sunar. Elantra, çeşitli donanım paketleri ile her türlü ihtiyaca ve bütçeye uygun seçenekler sunar.

Motor ve Performans

Motor Tipi: 1.6 litre MPI, 4 silindirli

  • Maksimum Güç: 127 beygir @ 6,300 rpm
  • Maksimum Tork: 157 Nm @ 4,850 rpm
  • Yakıt Türü: Benzin
  • Şanzıman: 6 ileri manuel veya 6 ileri otomatik
  • Hızlanma (0-100 km/s): Yaklaşık 10.5 saniye
  • Maksimum Hız: 200 km/s

Bu motor, çok noktadan enjeksiyon teknolojisi (MPI) kullanarak yakıtın daha verimli yanmasını sağlar. Böylece hem performans hem de yakıt ekonomisi açısından avantaj sunar.

Yakıt Tüketimi ve CO2 Emisyonları

  • Şehir İçi: 8.5 litre/100 km
  • Şehir Dışı: 5.5 litre/100 km
  • Ortalama: 6.7 litre/100 km
  • CO2 Emisyonları: 153 g/km

Bu değerler, Elantra’nın segmentindeki birçok rakibine göre oldukça rekabetçi olduğunu gösterir.

Donanım Paketleri ve Özellikler

1. Prime

  • Güvenlik:

  • ABS, EBD, ESP

  • Yokuş Kalkış Desteği

  • Lastik Basınç İzleme Sistemi

  • Konfor:

  • 6 yönlü manuel ayarlanabilir sürücü koltuğu

  • Manuel klima

  • Elektrikli camlar

  • Multimedya:

  • 5 inç dokunmatik ekran

  • Bluetooth bağlantısı

  • 6 hoparlörlü ses sistemi

2. Elite

  • Güvenlik:

  • Tüm Prime özelliklerine ek olarak

  • Ön ve arka park sensörleri

  • Geri görüş kamerası

  • Konfor:

  • Çift bölgeli otomatik klima

  • Deri direksiyon ve vites topuzu

  • Anahtarsız giriş ve çalıştırma

  • Multimedya:

  • 8 inç dokunmatik ekran

  • Apple CarPlay ve Android Auto

  • Navigasyon sistemi

3. Elite Plus

  • Güvenlik:

  • Tüm Elite özelliklerine ek olarak

  • Kör nokta uyarı sistemi

  • Şerit takip asistanı

  • Konfor:

  • 8 yönlü elektrikli ayarlanabilir sürücü koltuğu

  • Isıtmalı ön koltuklar

  • Panoramik sunroof

  • Multimedya:

  • Premium ses sistemi

  • Kablosuz telefon şarjı

Tasarım ve Boyutlar

Dış Tasarım:

  • Uzunluk: 4,620 mm
  • Genişlik: 1,800 mm
  • Yükseklik: 1,450 mm
  • Aks Mesafesi: 2,700 mm

Elantra’nın dış tasarımı, aerodinamik hatları ve keskin köşeleri ile modern ve şık bir görünüm sunar. Geniş ızgara, LED farlar ve sportif tamponlar, aracın dinamik yapısını vurgular.

İç Tasarım:

  • Bagaj Hacmi: 458 litre
  • İç Mekan: Geniş ve konforlu bir iç mekan sunar. Yüksek kaliteli malzemeler ve ergonomik tasarım, sürüş deneyimini iyileştirir.

Kullanıcı Yorumları

Olumlu Yorumlar

Mehmet K.

  • Yakıt Ekonomisi: “Yakıt tüketimi konusunda gerçekten etkileyici. Şehir dışı yolculuklarda ortalama 5.5 litre/100 km yakalıyorum ki bu segmentte nadir görülen bir değer.”
  • Konfor: “Uzun yolculuklarda bile koltuklar oldukça rahat. Ayrıca çift bölgeli klima, sıcak yaz günlerinde büyük rahatlık sağlıyor.”
  • Güvenlik: “ESP ve şerit takip asistanı gibi güvenlik özellikleri, kendimi daha güvende hissetmemi sağlıyor.”

Olumsuz Yorumlar

Ayşe T.

  • Performans: “1.6 MPI motor, şehir içi için yeterli olsa da, hızlanma performansı beklentilerimi karşılamadı. Daha güçlü bir motor seçeneği olsa iyi olurdu.”
  • Multimedya: “5 inç dokunmatik ekran, günümüz standartlarına göre küçük kalıyor. Daha büyük bir ekran ve daha gelişmiş bir multimedya sistemi beklerdim.”
  • İç Mekan: “Arka koltuk diz mesafesi, uzun boylu yolcular için yeterince geniş değil. Özellikle uzun yolculuklarda rahatsızlık yaratabiliyor.”

Alınır mı? Alınmaz mı? Neden?

Alınır Çünkü:

  • Yakıt Ekonomisi: Hyundai Elantra 1.6 MPI, düşük yakıt tüketimi ile ekonomik bir seçenek sunar. Bu da uzun vadede tasarruf sağlar.
  • Geniş Donanım Seçenekleri: Farklı donanım paketleri, her türlü kullanıcı ihtiyacını karşılar.
  • Güvenlik Özellikleri: Zengin güvenlik donanımları, sürüş güvenliğini artırır.
  • Modern Tasarım: Şık ve modern dış tasarımı ile dikkat çeker.

Alınmaz Çünkü:

  • Performans: 1.6 MPI motor, yüksek performans arayan kullanıcılar için yeterli gelmeyebilir.
  • İç Mekan Genişliği: Arka koltuk diz mesafesi, uzun boylu yolcular için sınırlı olabilir.
  • Baz Donanım Özellikleri: Prime paketindeki multimedya sistemi, günümüz standartlarına göre yetersiz kalabilir.

Hyundai Elantra 1.6 MPI, ekonomik ve konforlu bir sedan arayanlar için iyi bir seçenek olabilir. Ancak, yüksek performans ve daha geniş iç mekan arayışında olanlar için başka modeller de değerlendirilebilir. Aracın sunduğu özellikler ve kullanıcı yorumları göz önüne alındığında, kişisel ihtiyaçlara ve beklentilere göre karar vermek en doğrusu olacaktır.

Hyundai Elantra, kompakt sedan segmentinde yer alan ve geniş iç mekanı, modern tasarımı ve yakıt ekonomisi ile dikkat çeken bir modeldir. 1.6 MPI motor seçeneği, hem şehir içi hem de şehir dışı sürüşlerde kullanıcıya tatmin edici bir performans sunar. Elantra, çeşitli donanım paketleri ile her türlü ihtiyaca ve bütçeye uygun seçenekler sunar.

Motor ve Performans

Motor Tipi: 1.6 litre MPI, 4 silindirli

  • Maksimum Güç: 127 beygir @ 6,300 rpm
  • Maksimum Tork: 157 Nm @ 4,850 rpm
  • Yakıt Türü: Benzin
  • Şanzıman: 6 ileri manuel veya 6 ileri otomatik
  • Hızlanma (0-100 km/s): Yaklaşık 10.5 saniye
  • Maksimum Hız: 200 km/s

Bu motor, çok noktadan enjeksiyon teknolojisi (MPI) kullanarak yakıtın daha verimli yanmasını sağlar. Böylece hem performans hem de yakıt ekonomisi açısından avantaj sunar.

Yakıt Tüketimi ve CO2 Emisyonları

  • Şehir İçi: 8.5 litre/100 km
  • Şehir Dışı: 5.5 litre/100 km
  • Ortalama: 6.7 litre/100 km
  • CO2 Emisyonları: 153 g/km

Bu değerler, Elantra’nın segmentindeki birçok rakibine göre oldukça rekabetçi olduğunu gösterir.

Donanım Paketleri ve Özellikler

1. Prime

  • Güvenlik:

  • ABS, EBD, ESP

  • Yokuş Kalkış Desteği

  • Lastik Basınç İzleme Sistemi

  • Konfor:

  • 6 yönlü manuel ayarlanabilir sürücü koltuğu

  • Manuel klima

  • Elektrikli camlar

  • Multimedya:

  • 5 inç dokunmatik ekran

  • Bluetooth bağlantısı

  • 6 hoparlörlü ses sistemi

2. Elite

  • Güvenlik:

  • Tüm Prime özelliklerine ek olarak

  • Ön ve arka park sensörleri

  • Geri görüş kamerası

  • Konfor:

  • Çift bölgeli otomatik klima

  • Deri direksiyon ve vites topuzu

  • Anahtarsız giriş ve çalıştırma

  • Multimedya:

  • 8 inç dokunmatik ekran

  • Apple CarPlay ve Android Auto

  • Navigasyon sistemi

3. Elite Plus

  • Güvenlik:

  • Tüm Elite özelliklerine ek olarak

  • Kör nokta uyarı sistemi

  • Şerit takip asistanı

  • Konfor:

  • 8 yönlü elektrikli ayarlanabilir sürücü koltuğu

  • Isıtmalı ön koltuklar

  • Panoramik sunroof

  • Multimedya:

  • Premium ses sistemi

  • Kablosuz telefon şarjı

Tasarım ve Boyutlar

Dış Tasarım:

  • Uzunluk: 4,620 mm
  • Genişlik: 1,800 mm
  • Yükseklik: 1,450 mm
  • Aks Mesafesi: 2,700 mm

Elantra’nın dış tasarımı, aerodinamik hatları ve keskin köşeleri ile modern ve şık bir görünüm sunar. Geniş ızgara, LED farlar ve sportif tamponlar, aracın dinamik yapısını vurgular.

İç Tasarım:

  • Bagaj Hacmi: 458 litre
  • İç Mekan: Geniş ve konforlu bir iç mekan sunar. Yüksek kaliteli malzemeler ve ergonomik tasarım, sürüş deneyimini iyileştirir.

Kullanıcı Yorumları

Olumlu Yorumlar

Mehmet K.

  • Yakıt Ekonomisi: “Yakıt tüketimi konusunda gerçekten etkileyici. Şehir dışı yolculuklarda ortalama 5.5 litre/100 km yakalıyorum ki bu segmentte nadir görülen bir değer.”
  • Konfor: “Uzun yolculuklarda bile koltuklar oldukça rahat. Ayrıca çift bölgeli klima, sıcak yaz günlerinde büyük rahatlık sağlıyor.”
  • Güvenlik: “ESP ve şerit takip asistanı gibi güvenlik özellikleri, kendimi daha güvende hissetmemi sağlıyor.”

Olumsuz Yorumlar

Ayşe T.

  • Performans: “1.6 MPI motor, şehir içi için yeterli olsa da, hızlanma performansı beklentilerimi karşılamadı. Daha güçlü bir motor seçeneği olsa iyi olurdu.”
  • Multimedya: “5 inç dokunmatik ekran, günümüz standartlarına göre küçük kalıyor. Daha büyük bir ekran ve daha gelişmiş bir multimedya sistemi beklerdim.”
  • İç Mekan: “Arka koltuk diz mesafesi, uzun boylu yolcular için yeterince geniş değil. Özellikle uzun yolculuklarda rahatsızlık yaratabiliyor.”

Alınır mı? Alınmaz mı? Neden?

Alınır Çünkü:

  • Yakıt Ekonomisi: Hyundai Elantra 1.6 MPI, düşük yakıt tüketimi ile ekonomik bir seçenek sunar. Bu da uzun vadede tasarruf sağlar.
  • Geniş Donanım Seçenekleri: Farklı donanım paketleri, her türlü kullanıcı ihtiyacını karşılar.
  • Güvenlik Özellikleri: Zengin güvenlik donanımları, sürüş güvenliğini artırır.
  • Modern Tasarım: Şık ve modern dış tasarımı ile dikkat çeker.

Alınmaz Çünkü:

  • Performans: 1.6 MPI motor, yüksek performans arayan kullanıcılar için yeterli gelmeyebilir.
  • İç Mekan Genişliği: Arka koltuk diz mesafesi, uzun boylu yolcular için sınırlı olabilir.
  • Baz Donanım Özellikleri: Prime paketindeki multimedya sistemi, günümüz standartlarına göre yetersiz kalabilir.

Hyundai Elantra 1.6 MPI, ekonomik ve konforlu bir sedan arayanlar için iyi bir seçenek olabilir. Ancak, yüksek performans ve daha geniş iç mekan arayışında olanlar için başka modeller de değerlendirilebilir. Aracın sunduğu özellikler ve kullanıcı yorumları göz önüne alındığında, kişisel ihtiyaçlara ve beklentilere göre karar vermek en doğrusu olacaktır.

Etiketler:

  • Hyundai Elantra 1.6 MPI

  • Elantra 1.6 MPI

  • Hyundai Elantra 1.6 MPI

  • Elantra 1.6 MPI

Önceki makale

Hyundai Elantra 1.6 D-CVVT Kullanıcı Yorumları ? Hyundai Elantra 1.6 D-CVVT Alın…

Sonraki Makale

Hyundai Elantra 1.8 Kullanıcı Yorumları ? Hyundai Elantra 1.8 Alınır mı ?

Tepkiniz Nedir?

like0Beğenmek

dislike0Beğenmemek

love0Aşk

funny0Eğlenceli

angry0Sinirli

sad0Üzgün

wow0Vay

like0Beğenmek

dislike0Beğenmemek

love0Aşk

funny0Eğlenceli

angry0Sinirli

sad0Üzgün

wow0Vay

Üstad Üstad BMW F10 5.20D Exclusive Kullanıcısı. Arabalar hakkında bildiklerimi sizlerle paylaşıyorum. -

İlgili Mesajlar

Hyundai Accent Kullanıcı Yorumları ? Hyundai Accent Alınır mı ?

Hyundai Accent Kullanıcı Yorumları ? Hyundai Accent Alı…

ÜstadHaziran 30, 2024 0 109

Hyundai ix35 2.0 R Kullanıcı Yorumları ? Hyundai ix35 2.0 R Alınır mı ?

Hyundai ix35 2.0 R Kullanıcı Yorumları ? Hyundai ix35 2…

ÜstadTemmuz 12, 2024 0 315

Hyundai i10 1.2 D-CVVT Alınır mı ? Hyundai i10 1.2 D-CVVT Kullanıcı Yorumları ?

Hyundai i10 1.2 D-CVVT Alınır mı ? Hyundai i10 1.2 D-CV…

ÜstadHaziran 21, 2024 0 87

ÜstadHaziran 30, 2024 0 109

ÜstadTemmuz 12, 2024 0 315

ÜstadHaziran 21, 2024 0 87

Yorumlar ArabatorHaziran 17, 2024 0 4.7K

ArabatorHaziran 16, 2024 0 4.3K

ÜstadHaziran 15, 2024 0 4K

ArabatorHaziran 16, 2024 0 3.9K

ÜstadHaziran 18, 2024 0 2.8K

ArabatorAğustos 3, 2025 0 1K

ÜstadAralık 17, 2024 0 299

ÜstadAralık 17, 2024 0 189

ÜstadAralık 17, 2024 0 293

ÜstadAralık 17, 2024 0 393

Toplam Oy: 94

Audi16 %Mercedes-Benz18.1 %BMW12.8 %Volvo8.5 %Renault19.1 %Volkswagen9.6 %Alfa Romeo7.4 %IVECO8.5 %Seçenekleri gör

FAQ

How to win at the casino with $100?

Calibrate Your Bets If you’ve got $100 and want to have a fighting chance at sticking around for awhile, you can’t starting swinging at $5 spins, especially out of the gate. You’ll probably want to aim for 50 cents and under bets to start, with the ability to recalibrate if you get ahead or get a really good win.

Ruletin sinema ve edebiyat gibi popüler kültürde oynadığı rol neydi?

Ruletin sinema ve edebiyat gibi popüler kültürde oynadığı rol neydi? Rulet, çok sayıda filmde, kitapta ve diğer medya türlerinde yer alarak popüler kültürde önemli bir rol oynamıştır. Filmlerde rulet genellikle cazibenin, lüksün ve risk almanın sembolü olarak karşımıza çıkar. En ünlü örneklerden biri, oyunun birçok sahnesinde belirgin bir şekilde yer aldığı klasik film ‘Casablanca’dır. Filmde Rick karakteri (Humphrey Bogart tarafından canlandırılıyor) Fas’ın Kazablanka kentinde, ruletin ana eğlencelerden biri olduğu popüler bir gece kulübü ve kumarhaneyi işletiyor.

Teknoloji rulet oyununu nasıl etkiledi?

Teknoloji, oyunun elektronik ve otomatik versiyonları gibi rulet oyununu nasıl etkiledi? Rulet oyunundaki en önemli teknolojik gelişmelerden biri elektronik rulet masalarının kullanıma sunulması olmuştur. Bu masalarda rulet çarkının dönüşünü simüle eden dijital bir ekran bulunur ve oyuncular bahislerini dokunmatik ekran arayüzüne koyabilirler. Bu, çarkın geleneksel rulet masasına göre daha sık döndürülebilmesi nedeniyle daha hızlı oyun oynanmasına olanak tanır. Teknolojinin ruleti etkilemesinin bir başka yolu da oyunun otomatikleştirilmiş versiyonlarıdır. Otomatik rulet masaları elektronik masalara benzer ancak çarkı döndürmek için bir dağıtıcıya ihtiyaç duymazlar.

Rulet oyununu kim icat etti?

Rulet oyununu kim icat etti? Ruletin kesin kökenleri, tarihçiler ve kumar meraklıları arasında pek çok tartışma ve spekülasyonun konusudur. Oyunun mucidi hakkında net bir fikir birliği olmasa da yaratılışıyla ilgili çeşitli teoriler mevcut. En popüler teorilerden biri oyunun 17. yüzyılda Blaise Pascal adlı Fransız matematikçi tarafından icat edildiğidir. Bu teoriye göre Pascal, yanlışlıkla rulet çarkını yarattığında sürekli hareket makinesi geliştirmeye çalışıyordu. Bu hikaye geniş çapta dolaşırken, onu destekleyecek çok az somut kanıt var.

Rulet oyununun geleceği nedir?

Rulet oyununun geleceği nedir? Rulet için potansiyel bir gelecek, sanal ve artırılmış gerçeklik teknolojilerinin entegrasyonudur. Bu, oyuncuların kendilerini sanal bir kumarhane ortamına kaptırmalarına ve daha gerçekçi ve ilgi çekici bir oyun deneyiminin keyfini çıkarmalarına olanak tanıyacaktır. Rulet için bir başka potansiyel gelecek de çevrimiçi oyunların sürekli büyümesidir. Giderek daha fazla insan oyun ihtiyaçları için internete yöneldikçe, çevrimiçi kumarhanelerin daha da popüler hale gelmesi muhtemeldir. Bu, özellikle çevrimiçi oyun için tasarlanmış yeni ve yenilikçi rulet oyun türlerinin geliştirilmesine yol açabilir.

How to win at the casino with $100?

Calibrate Your Bets If you’ve got $100 and want to have a fighting chance at sticking around for awhile, you can’t starting swinging at $5 spins, especially out of the gate. You’ll probably want to aim for 50 cents and under bets to start, with the ability to recalibrate if you get ahead or get a really good win.

Bu site yalnızca ilgili makaleleri toplar. Orijinalini görmek için lütfen aşağıdaki bağlantıyı kopyalayın ve açın:Hyundai Elantra 1.6 MPI Kullanıcı Yorumları ? Hyundai Elantra 1.6 MPI Alınır mı ? - ArabaKolik.Net

vay casino
Son Makaleler Popüler Makaleler
Tavsiye Edilen Makaleler

“Werner Herzog” için arama sonuçları – Film Hafızası

82. Venedik Film Festivali’nin açılışı 27 Ağustos Çarşamba günü yapıldı. Açılışta Baba üçlemesinin ve daha birçok başarılı filmin yönetmeni, senaristi ve yapımcısı Francis Ford Coppola, kendisi gibi yönetmen, senarist ve yapımcı Werner Herzog’a Altın Aslan Yaşam Boyu Başarı Ödülü‘nü takdim etti. Törende sözlerine “Buraya Werner Herzog’u övmeye geldim ama Herzog’u övmek yetmez” diye başlayan Coppola, Herzog gibi birinin var olmasını kutlamak gerektiğini ifade etti. Werner’in başlı başına bir ansiklopedi olduğunu ifade eden Coppola sözlerine şöyle devam etti: “Werner’in hayatı ve varoluşu herkese bir meydan okuma gönderiyor: Hadi, beni geçebiliyorsanız geçin. Ve hepimiz gerçekten merak ediyoruz, acaba bir gün bunu yapabilecek biri çıkacak mı? Werner, eğer biri çıkarsa şapkamı yerim” dedi. Coppola, Herzog’un eserlerini “benzersiz, birbirinden çok farklı ve muhteşem” olarak nitelendirdi. Hayata Geçemeyen Coppola ve Herzog Filmi Vampir Nosferatu, The Enigma of Kaspar Hauser, Theatre of Thought, Family Romance, LLC ve daha birçok filmin yönetmeni Herzog ödülü alırken ayakta alkışlandı. Coppola’nın kariyeri sürecinde kendisine çok destek olduğunu belirten Herzog şöyle anlattı: “Birbirimizi yarım yüzyıldır tanıyoruz. Parası olmayan, otelde kalacak imkânı bulunmayan bir dönemimde beni evinde ağırladı. San Francisco’daki evinde ‘Fitzcarraldo’ senaryomu yazdım. İkimiz neredeyse birlikte, Azteklerin gözünden Meksika’nın fethi üzerine çok büyük bir film çekmeye de yaklaşmıştık. Hayata geçmedi, ama film üzerine düşündüğümüz harika bir zamandı. Ve elbette, Francis olmasa harika eşim Lena ile tanışamazdım.” Sinemada Derin Şiir Formuna Ulaşmak Her zaman sinemada perdede gördüğümüzden daha derinlere inmeye çalıştığını ifade eden Herzog, “Sinemada mümkün olan derin bir şiir formuna ulaşmak, gerçeği sıra dışı yollarla aramak istedim. Gerçek sinemada daima bir şekilde vardır. Gizemli ve yakalanması zordur ve ben her zaman yüce ya da aşkın bir şey yapmaya çalıştım” dedi. <p>The post Venedik Film Festivali’nin Açılışında Coppola’dan Herzog’a Övgü Dolu Sözler first appeared on Fil’m Hafızası.</p> Festivalin açılış ve kapanış gecelerinin sunuculuğunu, İtalyan sinema ve televizyonunun en özgün isimlerinden biri olan Emanuela Fanelli üstlenecek. Fanelli, 27 Ağustos Çarşamba akşamı Sala Grande sahnesinde açılış törenini yönetecek, 6 Eylül’de ise ödüllerin takdim edildiği kapanış gecesine ev sahipliği yapacak. Bu yıl festivalin açılış filmi, Oscar ödüllü usta yönetmen Paolo Sorrentino’nun merakla beklenen yeni yapımı The Grace olacak. Başrollerinde Toni Servillo ve Anna Ferzetti’nin yer aldığı film, açılış gecesinde dünya prömiyerini yaparak yarışmalı bölümde seyirci karşısına çıkacak. The Grace, kurgusal bir İtalyan cumhurbaşkanı olan Mariano De Santis’in, ötanaziye izin veren bir yasayı imzalayıp imzalamama konusunda yaşadığı ikilemi konu alıyor. Daha önce Giulio Andreotti ve Silvio Berlusconi gibi siyasetçileri beyaz perdeye aktaran Sorrentino, neden kurgusal ve “iyi” bir örnek göstermek istediğini şu sözlerle açıklıyor: “Her gün haberlerde, politikacıların düşüncesizlikten, güç gösterisinden ve ekonominin nasıl işlediğine dair garip, çarpıtılmış fikirlerden kaynaklanan kararlarını okuyoruz. Bunun yerine, bir politikacının nasıl olması gerektiğini göstermek istedim.” Paolo Sorrentino‘nun Venedik Film Festivali yolculuğu 2001’deki ilk filmi One Man Up ile başlamış ve 2021’de Gümüş Aslan – Jüri Büyük Ödülü’nü kazanan The Hand of God ile taçlanmıştı. Werner Herzog’a Altın Aslan Ödülü Festivalin en özel anlarından biri, Alman yönetmen Werner Herzog’a verilecek Altın Aslan Yaşam Boyu Başarı Ödülü olacak. Aguirre ve Nosferatu the Vampyre gibi sinema tarihine geçen yapıtların yönetmeni Herzog, ödülünü 27 Ağustos gecesi düzenlenecek açılış töreninde alacak. Ödülün sunumunu, sinema tarihinin diğer bir büyük ustası Francis Ford Coppola gerçekleştirecek. Herzog, ödül konuşmasında hala üretmeye devam ettiğini vurgulayarak, yeni tamamladığı Afrika belgeseli Ghost Elephants ve İrlanda’da çekimlerini sürdürdüğü filmi Bucking Fastard hakkında ipuçları verdi. “Bu onur ödülünü almak beni derinden mutlu etti. Fakat emekli olmadım, hala çalışıyorum. Yeni belgeselim Ghost Elephants’ı tamamladım, İrlanda’da yeni filmimi çekiyorum ve ayrıca bir animasyon üzerinde çalışıyorum. Henüz bitmiş değilim.” Venedik Uluslararası Film Festivali, görkemli bir açılış gecesiyle sinemaseverleri selamlamaya hazırlanıyor. Hem Paolo Sorrentino’nun The Grace filminin dünya prömiyeri hem de Werner Herzog’a takdim edilecek Altın Aslan Onur Ödülü, festivalin ilk gecesini özel bir sinema şölenine dönüştürecek. <p>The post 82. Venedik Film Festivali Başlıyor! first appeared on Fil’m Hafızası.</p> Oscar sezonunun habercisi olarak görülen Venedik Film Festivali’nin 82. edisyonu için geri sayım başladı. Festivalin programı açıklandı ve gözler bir kez daha Lido’ya çevrildi. Bu yıl da güçlü bir seçkiyle sinemaseverleri heyecanlandıran festival, sinema dünyasında büyük yankı uyandırmaya hazırlanıyor. Ana Yarışma Çok Heyecan Verici Ana yarışmada Yorgos Lanthimos, Jim Jarmusch, Noah Baumbach, Guillermo del Toro, Park Chan-wook, Kathryn Bigelow, Olivier Assayas, Benny Safdie ve Sofia Coppola gibi usta yönetmenlerin yeni filmleri yer alıyor. Jüri başkanlığını Alexander Payne’in üstlendiği festivalde, ana jüride Cristian Mungiu,Mohammad Rasoulof, Zhao Tao gibi önemli isimler görev alacak. Açılış Filmi Paolo Sorrentino’nun The Grace’i Festivalin açılışını Paolo Sorrentino‘nun The Grace (La grazia) filmi yapacak. Werner Herzog ve Kim Novak’a ise bu yıl Yaşam Boyu Başarı Ödülü takdim edilecek. Yarışma dışı bölümde Sofia Coppola, Lucrecia Martel, Tsai Ming-liang ve Laura Poitras gibi yönetmenlerin yeni filmleri öne çıkıyor. Luca Guadagnino’nun; Julia Roberts, Ayo Edebiri, Andrew Garfield ve Chloë Sevigny’i bir araya getirdiği After the Hunt filmi de bu bölümde gösterilecek yapımlar arasında. Festivalin resmî yan bölümü Orizzonti’de (Ufuklar) ise bu yıl 19 film yarışıyor. Julia Ducournau başkanlığındaki jüri, yedi farklı kategoride ödülleri dağıtacak. İlk uzun metrajlı filmleri değerlendiren Luigi De Laurentiis Ödülü’nün jürisine ise Aftersun ile tanınan Charlotte Wells başkanlık ediyor. 82. Venedik Film Festivali, 27 Ağustos’ta yapılacak açılış töreniyle başlayacak. Programda öne çıkan bölümleri aşağıdan inceleyebilirsiniz. Ana Yarışma A pied d’oeuvre – Valerie Donzelli Below the Clouds – Gianfranco Rosi Bugonia – Yorgos Lanthimos Duse – Pietro Marcello Elisa – Leonardo Di Costanzo Father Mother Sister Brother – Jim Jarmusch Frankenstein – Guillermo del Toro Girl – Shu Qi La Grazia – Paolo Sorrentino A House of Dynamite – Kathryn Bigelow Jay Kelly – Noah Baumbach No Other Choice – Park Chan-wook Orphan – Laszlo Nemes Silent Friend – Ildiko Enyedi The Smashing Machine – Benny Safdie The Stranger – François Ozon The Sun Rises on Us All – Cai Shangjun The Testament of Ann Lee – Mona Fastvold Un film fatto per bene – Franco Maresco The Wizard of the Kremlin – Olivier Assayas The Voice of Hind Rajab – Kaouther Ben Hania Yarışma Dışı – Kurmaca Olmayan Back Home (Tsai Ming-liang) Broken English (Jane Pollard & Iain Forsyth) Cover-Up (Laura Poitras & Mark Obenhaus) Director’s Diary (Aleksandr Sokurov) Ferdinando Scianna / Il fotografa dell’ombra (Roberto Andò) Ghost Elephants (Werner Herzog) I diari di angela / Noi due cineasti. Capitolo terzo (Yervant Gianikian, Angela Ricci Lucchi) Kabul, Between Prayers (Aboozar Amini) Kim Novak’s Vertigo (Alexandre Philippe) Marc by Sofia (Sofia Coppola) My Father and Qaddafi / Baba wa Al-Qadhafi (Jihan K) Notes of a True Criminal (Alexander Rodnyansky & Andriy Alferov) Nuestra tierra (Lucrecia Martel) Remake (Ross McElwee) The Tale of Sylian (Tamara Kotevska) Yarışma Dışı – Film ve Müzik Francesco De Gregori Nevergreen (Stefano Pistolini) Newport and the Great Folk Dream (Robert Gordon) Nino. 18 Giorni (Toni D’Angelo) Piero Pelù. Rumore Dentro (Francesco Fei) Yarışma Dışı – Kısa Film Boomerang Atomic (Rachid Bouchareb) How to Shoot a Ghost (Charlie Kaufman) Origin, the Venetian Lagoon (Yann Arthus-Bertrand) Yarışma Dışı – Dizi Etty (Hagai Levi) Il mostro (Stefano Sollima) Portobello (Marco Bellochio) Un prophète (Enrico Maria Artale) Orizzonti Barrio triste (Stillz) Divine Comedy / Komedie Elahi (Ali Asgari) Grand Ciel (Akihiro Hata) En el camino (David Pablos) Father / Otec (Tereza Nvotová) Funeral Casino Blues (Roderick Warich) Hiedra (Ana Cristina Barragán) Human Resource (Nawapol Thamrongrattanarit) The Kidnapping of Arabella / Il rapimento di Arabella (Carolina Cavalli) Late Fame (Kent Jones) Lost Land / Harà watan (Akio Fujimoto) Milk Teeth / Dinti de lapte (Mihai Mincan) Mother (Teona Strugar Mitevska) Pin de fartie (Alejo Moguillansky) Rose of Nevada (Mark Jenkin) Songs of Forgotten Trees (Anuparna Roy) The Souffleur (Gastón Solnicki) Strange River / Estrany riu (Jaume Claret Muxart) Un anno di scuola (Laura Samani) 82. Venedik Film Festivali’ne dair detaylı bilgiye festivalin websitesi üzerinden ulaşabilirsiniz. Ana yarışmada Yorgos Lanthimos, Jim Jarmusch, Noah Baumbach, Guillermo del Toro, Park Chan-wook, Kathryn Bigelow, Olivier Assayas, Benny Safdie ve Sofia Coppola gibi usta yönetmenlerin yeni filmleri yer alıyor. Jüri başkanlığını Alexander Payne’in üstlendiği festivalde, ana jüride Cristian Mungiu,Mohammad Rasoulof, Zhao Tao gibi önemli isimler görev alacak. Açılış Filmi Paolo Sorrentino’nun The Grace’i Festivalin açılışını Paolo Sorrentino‘nun The Grace (La grazia) filmi yapacak. Werner Herzog ve Kim Novak’a ise bu yıl Yaşam Boyu Başarı Ödülü takdim edilecek. Yarışma dışı bölümde Sofia Coppola, Lucrecia Martel, Tsai Ming-liang ve Laura Poitras gibi yönetmenlerin yeni filmleri öne çıkıyor. Luca Guadagnino’nun; Julia Roberts, Ayo Edebiri, Andrew Garfield ve Chloë Sevigny’i bir araya getirdiği After the Hunt filmi de bu bölümde gösterilecek yapımlar arasında. Festivalin resmî yan bölümü Orizzonti’de (Ufuklar) ise bu yıl 19 film yarışıyor. Julia Ducournau başkanlığındaki jüri, yedi farklı kategoride ödülleri dağıtacak. İlk uzun metrajlı filmleri değerlendiren Luigi De Laurentiis Ödülü’nün jürisine ise Aftersun ile tanınan Charlotte Wells başkanlık ediyor. 82. Venedik Film Festivali, 27 Ağustos’ta yapılacak açılış töreniyle başlayacak. Programda öne çıkan bölümleri aşağıdan inceleyebilirsiniz. Ana Yarışma A pied d’oeuvre – Valerie Donzelli Below the Clouds – Gianfranco Rosi Bugonia – Yorgos Lanthimos Duse – Pietro Marcello Elisa – Leonardo Di Costanzo Father Mother Sister Brother – Jim Jarmusch Frankenstein – Guillermo del Toro Girl – Shu Qi La Grazia – Paolo Sorrentino A House of Dynamite – Kathryn Bigelow Jay Kelly – Noah Baumbach No Other Choice – Park Chan-wook Orphan – Laszlo Nemes Silent Friend – Ildiko Enyedi The Smashing Machine – Benny Safdie The Stranger – François Ozon The Sun Rises on Us All – Cai Shangjun The Testament of Ann Lee – Mona Fastvold Un film fatto per bene – Franco Maresco The Wizard of the Kremlin – Olivier Assayas The Voice of Hind Rajab – Kaouther Ben Hania <p>The post 82. Venedik Film Festivali Programı Duyuruldu first appeared on Fil’m Hafızası.</p> 27 Ağustos – 6 Eylül tarihleri arasında gerçekleşecek 82. Venedik Uluslararası Film Festivali’nde Kim Novak’a Yaşam Boyu Başarı Altın Aslan Ödülü takdim edilecek. Vertigo, Picnic, Bell, Book and Candle filmlerinden tanınan oyuncu Kim Novak, böylesine saygı gören bir film festivalinden bu ödülü almanın kendisini derinden etkilediğini ifade etti ve şöyle söyledi: “Hayatımın bu döneminde kariyerim boyunca yaptığım çalışmaların takdir edilmesi, gerçekleşen bir hayal gibi. Venedik’te geçireceğim her anı bir hazine gibi saklayacağım. Bu, kalbimi sevinçle dolduracak.” “Hollywood’un Kalbinde Özgürleşmiş, İsyankâr Bir Yıldız” Venedik Bienali’nin sanat yönetmeni Alberto Barbera, Novak’ın Hollywood yolculuğunda çok sevilen ikonlardan biri olduğunu söyledi ve şöyle devam etti: “Stüdyo sistemini eleştirmekten, oynayacağı rolleri seçmekten, özel hayatına kimi alıp almayacağına karar vermekten ve hatta adını belirlemekten asla çekinmedi. Monroe ile ilişkilendirildiği için doğum adı Marilyn Pauline ismini kullanmasına izin verilmedi ama soyadını korumak için mücadele etti. Bunun karşılığında saçını onu farklı kılan platin sarısına boyamayı kabul etti.” Vertigo filminin Novak’ın hayatının rolü olduğunu vurgulayan Barbera “Yaşam Boyu Başarı için verilen bu Altın Aslan, Hollywood’un kalbinde özgürleşmiş, isyankâr bir yıldızı; sinemaseverlerin hayallerini aydınlatmış ve ardından Oregon’’aki çiftliğine çekilerek resim ve atlarına kendini adamış bir sanatçıyı onurlandırıyor” dedi. Alexandre O. Philippe’in yazıp yönettiği Kim Novak’s Vertigo belgeseli festivalde dünya prömiyerini gerçekleştirecek. Belgesel, Novak’ın yaşamına dair kesitleri bir araya getiriyor. Festivalde bir diğer Yaşam Boyu Başarı Ödülü ise yönetmen Werner Herzog’a takdim edilecek. <p>The post Venedik Film Festivali’nde Kim Novak’a Yaşam Boyu Başarı Ödülü first appeared on Fil’m Hafızası.</p> Bazı filmler vardır, yalnızca izlenmez; içine girilir, içinde kalınır. Gürcan Keltek’in Yeni Şafak Solarken (2024) filmiyle benim deneyimim tam da böyle oldu. Filmin Türkiye prömiyerinde, Adana Film Festivali’nde izleme şansım oldu ve sonrasında hem yönetmen Gürcan Keltek hem başrol oyuncusu Cem Yiğit Üzümoğlu ile röportaj yapma imkânı buldum. Ama açıkça söyleyeyim: bu yazıyı filmi izlemiş biri olarak değil de yalnızca hakkında okuduklarım ve Keltek’in önceki filmlerini bildiğim kadarıyla yazıyor olsaydım da Yeni Şafak Solarken’i İstanbul Film Festivali’nde mutlaka izlenmesi gereken filmlerden biri olarak önerirdim. Keltek, sinemasını ilk günden itibaren belgeselin sınırlarında ama kesinlikle konfor alanının dışında kurmuş bir yönetmen. Koloni (2015), Meteorlar (2017) ve Gulyabani (2018) gibi yapımlarında sadece insanı değil; mekânı, doğayı, tarihi ve hafızayı da karakter gibi işleyen bir sinema dili geliştirdi. Onun kamerası çoğu zaman kaydeden değil; hisseden, sezgisel çalışan, tanımlamaktan çok çağrıştıran bir araç. Yeni Şafak Solarken, yönetmenin bu çizgiden sapmadan ama yeni biçimsel riskler alarak ilerlediği bir film. Kurmaca olarak tanıtılsa da Keltek’in kendisi filmi bir “hibrit” olarak tanımlıyor. Aslında bir belgesel olarak başlayan bu süreç, zamanla kurmacaya evriliyor. Ancak zamanla gerçekliğe motomot sadık kalmaktan vazgeçtiği gibi tamamen kurgudan da ilerlemeyip doğaçlamaya, sezgiye, atmosfere, hisse yaslanıyor. Filmde hiçbir psikiyatrik danışmanlık alınmamış, karaktere dair “doğru” ya da “klinik” bir tanı çabası yok. Her şey açık uçlu, her şeyin ucu biraz karanlıkta… Filmin merkezinde, zihinsel sorunlarla boğuşan Akın isimli karakter var. Akın’a hayat veren Cem Yiğit Üzümoğlu, bugüne kadar sahnede pek çok güçlü performansını izlediğimiz bir oyuncu. Üzümoğlu’nun bedeniyle oynama biçimi, sessizlikleri, göz temasından kaçışları, kelimelerle kurduğu mesafeli ilişki… Hepsi karakterin kırılganlığına samimi bir çerçeve sunuyor. Bir oyuncunun “delirme”yi canlandırması her zaman tehlikeli bir alandır. Ama Üzümoğlu, burada hiçbir şekilde gösterişli ya da yapay değil. Tam aksine: kırılgan, kaygan, parçalı… Ve bu parçalı yapı, İstanbul’un kendisiyle de bütünleşiyor. Film, şehri yalnızca bir arka plan olarak değil, Akın’ın ruhunun dışavurumu olarak kullanıyor. Tarihi Yarımada’dan Kadıköy’e uzanan, Haydarpaşa Garı gibi zamansız mekânlara uğrayan anlatı; İstanbul’un günümüzde yitirdiği dokusuna bir tür sinemasal güzelleme sunuyor. Özellikle Kadıköy’e, yani Kalkedon’a yapılan göndermeler; bu bölgenin tarihsel, ruhsal katmanlarını sinemanın içinde canlı tutuyor. Şehir hem geçmişin tanığı hem de Akın’ın iç dünyasındaki karmaşanın simgesi. Kalabalıklar içinde yalnızlık, kalıntılar içinde bir yolculuk… Bu yolculuğun sinematografik rehberi ise Peter Zeitlinger. Werner Herzog’un filmlerinden tanıdığımız bu usta görüntü yönetmeni, Yeni Şafak Solarken‘de de benzer bir sezgisel derinlik kuruyor. Kamera çoğu zaman karakterin nefesi gibi çalışıyor; sabırlı, gözlemci, mesafeli ama bir o kadar da iç içe. Gerilla usulü çekilmiş sahnelerde bir tür doğal kaos hâkim: her şey planlı değil ama her şey olması gerektiği gibi. Kamera karakterin arkasında değil, zihninde gibi. Bu da filmi bir anlatıdan ziyade bir hâl, bir ruh durumu, bir sinema yolculuğu hâline getiriyor. Müzikler, ses tasarımı, loş ışıklar, bastırılmış diyaloglar, yankılanan hayalet sesler… Tüm bu öğeler filmi sadece izlenen değil, yaşanan bir şeye dönüştürüyor. Her sahne net bir anlam sunmuyor ama net bir his bırakıyor. Filmle ilgili en etkileyici şey belki de bu: cevap vermiyor, ama soruları bedeninizde hissettiriyor. Eğer İstanbul Film Festivali’nde yalnızca birkaç film izleme hakkınız varsa, Yeni Şafak Solarken listenin başında olmalı. Çünkü bu film, yalnızca yılın en dikkat çekici yerli yapımlarından biri değil; aynı zamanda şehre, hafızaya ve insana dair sezgisel bir belge. Film; 17 Nisan Perşembe 21:30 Atlas 1948’de, 18 Nisan Cuma 16:00 * Kadıköy Sineması’nda (Ekip katılımlı), 21 Nisan Pazartesi 21:30 Cinewam City’s 7’de gösterilecektir. Tuba BÜDÜŞ Super Happy Forever (Yön. Kohei Igarashi, 2024) Kohei Igarashi’nin yeni filmi Super Happy Forever (2024), yönetmenin önceki yapıtlarında olduğu gibi, yaşamın küçük ama anlamlı anlarını gözlemleyen duyarlı bir sinema anlayışını sürdürüyor. Japonya’nın kıyı kasabalarından birinde geçen bu film, sevgi, kayıp ve hatıraların iç içe geçtiği bir yolculuğa davet ediyor. Igarashi, bu anlatıyı minimalist bir görsel estetikle bezeyerek, geçmişle bugün arasındaki kırılgan bağı keşfetmeye soyunuyor. Igarashi, Japon bağımsız sinemasının dikkat çeken isimlerinden biri olarak, filmlerinde insan ilişkilerine dair yalın ama derin anlatılar kurmayı tercih eden bir yönetmen. Super Happy Forever, onun bu sinemasal anlayışının bir devamı niteliğinde. Film, bir sahil kasabasında geçmişiyle yüzleşen bir adamın yolculuğunu konu alırken, yas ve hatıralar arasındaki bağlantıyı ele alıyor. Yönetmenin önceki işlerine baktığımızda, zamanın geçişini ve duyguların incelikli dönüşümünü ön plana çıkaran bir yaklaşım benimsediğini görebiliriz. Igarashi’nin filmografisinde, sıradan anların içinde saklı duygusal yoğunluğu yakalama çabası her zaman belirgin olmuştur. Bu filmde de benzer bir atmosfer sunması olası. Super Happy Forever, Japon auteur sinemasının iki büyük ismi Hirokazu Kore-eda ve Yasujirō Ozu’nun ruhunu taşıyan bir film olarak dikkat çekiyor. Igarashi’nin, tıpkı Kore-eda gibi, gündelik hayatın içindeki incelikleri ve insan ilişkilerinin derinliklerini keşfetmeye yönelik bir yaklaşımı var. Ozu’nun durağan planları ve zamansız mekân algısı, bu filmde de kendini hissettiriyor. Ancak Igarashi, kendine özgü bir dokunuşla bu anlatıyı modern bir perspektife taşıyor. Yönetmenin önceki filmlerinde olduğu gibi burada da doğa, mekân ve karakterler arasında güçlü bir bağ kuruluyor; bu, anlatının duygusal gücünü pekiştiriyor. Bu film, Japon bağımsız sinemasının son yıllarda sunduğu en dikkat çekici işlerden biri olmaya aday. Melankoli ve umut arasındaki ince çizgide dolaşan Super Happy Forever, festival kapsamında izleyiciye dokunaklı bir deneyim vadeden filmler arasında yer alıyor. Igarashi’nin filmografisini bilenler için bu yapım, onun gelişen sinema dilini takip etmek açısından da ayrı bir önem taşıyor. Film; 15 Nisan Salı 16:00 Kadıköy Sineması’nda, 16 Nisan Çarşamba 16:00 Atlas 1948’de, 18 Nisan Cuma 13:30 Cinewam City’s 7’de gösterilecek. Ayşe YAPIŞIK Histeri (Yön. Mehmet Akif Büyükatalay, 2025) Oray (2019) filmi ile Berlinale’de En İyi İlk Film Ödülü’nün sahibi olan Mehmet Akif Büyükatalay bu yıl Histeri (2025) ile yine Berlinale’de “Europa Cinemas Label” ödülüne layık görüldü. Merakla beklediğim filmlerden biri olan Hysteria, dünya prömiyerinin ardından Türkiye’deki seyircisiyle İstanbul Film Festivali kapsamında buluşmaya hazırlanıyor. Üstelik Hysteria’nın bu yıl 44.kez düzenlenen İstanbul Film Festivali’nde ana yarışma finalistlerinden biri olarak seçkide yer aldığını hatırlatmakta fayda olduğunu düşünüyorum. Ülke sinemamızın en çok beslendiği konulardan biri olan göç, on yıllardır süregelen hikâye kurgusuyla hem ana akım hem de bağımsız filmleri etkisi altına almaya devam etmektedir. 30 Ekim 1961 yılında Almanya ile imzalanan Türk İşgücü Anlaşması sonrası iki ülke arasında yeni bir dönem başlamıştır. Toplumun değişen dinamiği ilhamını hayattan alan sinemayı da etkilemiş, birbiri ardına kitlesel problemleri, ekonomik sıkıntıları, daha iyi bir hayat umuduyla yurdunu terk eden bireylerin hikâyesi işlenmiştir. Elli yılı aşkın bir süredir devam eden göç, diaspora sinemasının temellerini atmıştır. Ancak günümüzde gelişen anlatı türleri ve tekniğin sağladığı olanaklarla film dilinde sanatsal kaygılar, estetik ve daha güncel konuları gündeme taşımaktadır. Nitekim, 1960’lı yılların kasvetli göç hikâyelerinin yerine daha iyimser filmleri izleyebilmekteyiz. Bu bağlamda Hysteria’yı köklü bir geçmişe sahip olan göç sineması temasına dahil etmekte ve modern sinemayla birlikte melez bir yapıda olduğunu söylemekte herhangi bir sorun görmediğimi belirtmek istiyorum. Keza Büyükatalay, ele aldığı hikâyede artık evrensel bir kaos hâline gelen ırkçılığa ve ayrımcılığa tarafsız bir pencereden değinmeye çalışıyor. Filmin konusuna kısaca değinmek gerekirse bir film yapım süreci hikâyesi olarak başlayan Histeri, Solingen olaylarını merkeze alan alt bir hikâye ile çatısını kurmaktadır. Çekimler sırasında sette gerçek bir Kuran’ın yakılmasıyla gerilim rüzgarları eser ve filmin yönetmeni ırkçılıkla suçlanır. Olayların nasıl patlak verdiği meçhul olsa da yapım asistanı olarak çalışan Elif, kazara bir ipucu bulur. Aslında sette kurgulanan ve yaşanan her şey bilinen gerçeklerden oldukça farklıdır. Ana karakter Elif üzerinden bir toplumun paranoyasını aktaran Büyükatalay, yer yer kendi göçmen kimliğini de referans gösteriyor. Filmin politik ve sanatsal tınısı geçtiğimiz aylarda Berlinale’de büyük yankı uyandırmıştı. Bence Histeri’nin bu kadar ses getirmesi kimlik edinmek ya da tarafsız olmak arasında ince bir çizgi kurmasına dayanıyor. Berlinale’den sonra Altın Lale için yarışacak olan Histeri, kesinlikle İstanbul Film Festivali’nde kaçırılmaması gereken önemli filmlerden biri olarak dikkat çekiyor. Paranoyanın ve histeri krizlerinin yoğun bir şekilde yaşandığı günümüz dünyasında “öteki”lerin görünürlüğü ve tarafsız bir açıdan bakabilmek adına filmin kaçırılmaması gerektiğini düşünüyorum. Film; 15 Nisan Salı 19:00 * Atlas 1948’de (Ekip katılımlı), 16 Nisan Çarşamba 21:30 * Kadıköy Sineması’nda (Ekip katılımlı), 17 Nisan Perşembe 11:00 Cinewam City’s 7’de gösterilecek. İrem YAVUZER Psycho Therapy: The Shallow Tale of a Writer Who Decided to Write About a Serial Killer (Yön. Tolga Karaçelik, 2024) Baharın habercisi İstanbul Film Festivali zamanı sonunda geldi. Filmlere göz attığımda, konusu ve ismiyle dikkatimi çeken Psikoterapi: Bir Seri Katil Hakkında Yazmaya Karar Veren Yazarın Sığ Hikâyesi (2024) henüz bu yazıyı yazmaya karar vermeden önce ilgimi çeken bir yapım oldu. Gündemde sıkça konuşulan ve kısa süre önce sezon finali yapan Severance (2022–) dizisinin başrol oyuncularından, performansını çok beğendiğim Britt Lower’ın filmde yer aldığını fark etmem ve aynı zamanda yönetmenliğini ve senaristliğini Tolga Karaçelik’in üstlenmiş olması, filmi merakla araştırmama neden oldu. Sarmaşık (2015) ve Sundance Film Festivali ödüllü Kelebekler (2018) gibi yapımlardan tanıdığımız, her ne kadar tarzına aşina olsak da her filminde izleyiciyi şaşırtmayı başaran, insan psikolojisinin karanlık ve absürd yönlerine odaklanırken, mizahi öğeleri de ustaca kullanan, “elinden ne çıksa izlerim” dediğim yönetmenlerden Karaçelik’in dördüncü uzun metrajlı filmi olan Psikoterapi, aynı zamanda İngilizce dilindeki ilk filmi. Geçtiğimiz yıl Tribeca Film Festivali’nde prömiyerini yapan ve seyirci ödülüne layık görülen film, bu yıl Altın Lale Ödülü için yarışacak. Filmin başrollerinde ise Emmy ve Altın Küre ödüllü ünlü Hollywood oyuncusu Steve Buscemi, Past Lives (2023) filminden tanıdığımız John Magaro ve Severance dizisinden aşina olduğumuz Britt Lower bulunuyor. Filmle ilgili en dikkat çekici haberlerden biri de uzun süredir sinemada görmediğimiz, Sarmaşık (2015) ve Yozgat Blues (2013) filmleri ile seyirciye adeta oyunculuk şöleni yaşatan Nadir Sarıbacak’ın da kadroda yer alması. Emekli bir seri katilin, yanlış anlaşılmalar sonucunda evlilik danışmanlığı yapmaya başlamasını konu alan film, kara mizah öğeleriyle öne çıkıyor. Yaratıcılığı tıkanmış ve boşanmanın eşiğinde olan bir yazarın; gündüz evlilik, gece ise cinayet danışmanlığı alması kulağa ne kadar absürt gelse de toplumca kabul edilemeyecek arzuların –örneğin cinayet– yazıya dökülerek boşaltılması, olgun ve toplumsal uyuma yönelik bir savunma mekanizması olarak yorumlanabilir. İnsan ruhsallığında her ketlenmenin bir anlamı olduğu gibi, daha önce yazabilen bir yazarın artık neden yazamadığı da ruhsal düzlemde sorgulanması gereken bir meseledir fakat bu konuyu derinlemesine sorgulayan değil karakterler arası çatışmalarla öne çıkan bir film izleyeceğiz gibi duruyor. Filmin ilerleyişinin daha karanlık bir yöne evrilmesi ise karakterin hayatında sıkıntıyla karşılaştığında bu dürtünün yazmak gibi yaratıcı bir yolla değil, doğrudan doyum sağlayacak yasa dışı eylemlerle, film adında belirtildiği gibi “sığ” bir biçimde tatmin edilebileceğine dair bir ön gösterge olabilir. Eleştirilere bakıldığında, oyunculukların izlenmeye değer olduğu belirtilse de, hikâye işleyişindeki boşluklar birçok eleştirmenin dikkatini çekmiş. Ancak Tolga Karaçelik’in önceki işlerine bakıldığında, herkesin beklentisine hitap etmeyen, özgün ve yer yer deneysel bir üslubunun olduğu da bilinen bir gerçek. Daha önce Türkçe dilinde ve bu kültürel bağlam içinde işler üreten yönetmenin, absürt mizah anlayışının Hollywood izleyicisiyle ne ölçüde örtüşeceği ise merak konusu. Film; 15 Nisan Salı 19.00’da Atlas 1948’de, 16 Nisan Çarşamba 21.30’da Kadıköy Sineması’nda, 17 Nisan Perşembe 11.00’de Cinewam City’s’de gösterilecektir. Zeynep İlay YALÇIN The Sparrow In The Chimney (Yön. Ramon Zürcher, 2024) The Sparrow In the Chimney (2024), yönetmenliğini Ramon Zürcher’in yaptığı ve başrollerinde Maren Eggert, Britta Hammelstein, Andreas Döhler, Luise Hever ve Milian Zerzawy gibi isimlerin bulunduğu bir İsviçre drama filmidir. The Sparrow In the Chimney, Zürcher’in ikiz kardeşi olan Silvan Zürcherile birlikte yaptığı Das merkwürdige Kätzchen (2013) ve Das Mädchenunddie Spinne (2021) filmlerinden sonra aile konusunu içeren serinin üçüncü bölümüdür. The Sparrow In The Chimney (2024), Pingyao Film Festivali En İyi Film Ödülü (2024) ve Dublin En İyi Kurgu Ödülü (2025) almıştır. Zürcher’in sinema anlayışı, klasik anlatı yapılarını reddederek sinema dünyasında kendine özgü bir yer edinmiştir. Minimalist bir anlatımla duyguları net bir şekilde göstermekten ziyade karakter ile içe içe geçirerek hissettirmeyi amaçlayan Zürcher, sahnelerinde diyaloglardan çok sessizliğe yer veriyor. Oldukça güçlü metaforları ile insan ilişkilerine değinerek filmlerine derinlik katıyor. Nitekim aynı derinliği The Sparrow In The Chimney (2024) filminde de devam ettirerek izleyiciye sorgulayıcı bir pencere açmayı başarıyor. Filmlerinde genellikle gündelik hayatın içindeki yoğun duygulara dikkat çekmesiyle tanınan yönetmen, bu filminde de oldukça dramatik ve insanların karmaşık duygularını içe dönük bir şekilde işliyor. The Sparrow in the Chimney, Karen ve Markus’un çocuklarıyla beraber Karen’in çocukluk yıllarını geçirdiği evde yaşamaya başlamasıyla başlar ve Markus’un doğum günü sebebiyle ise Karen’ın kız kardeşinin ve ailesinin de onlara katılması ile de bir araya gelerek bir aile kutlaması yapılır. Uzun zaman önce görüşen bu aile üyeleri bu buluşmayla beraber geçmiş anıların izleriyle ve aile içi çatışmalarla yüzleşmek zorunda kalır. Özellikle Karen ve Jule kardeşlerin üzerinde yoğunlaşan hikâye, birbirinden farklı kişiliklerin geçmişte çözemediği birtakım hesaplaşmalarının aile içine yansıyışını derin bir şekilde ele alıyor. Karen’in aile sorumluluklarıyla başa çıktığı görülürken, Jule’nin ise Karen’in bu otoritesine karşı bir duruş sergilediği görülür. Bu davranışlar üzerinden aile içindeki bireyselleşme arzusu, aile içindeki güç ayrılıkları ve yalnızlık temaları Zürcher’in olağanüstü sinema anlatımı ile oldukça etkileyici bir şekilde ele alınıyor. Zürcher’in bu filmindeki metaforu bacaya sıkışan serçedir. Serçe metaforu ile anlatılmak istenen, bireyin bir yük hâline gelmiş geçmişinden kurtulmasının ne kadar güç olduğu ve özgürlüğüne kavuşma arzusudur. Nitekim filmde de bacaya sıkışan serçe gibi âdeta kendi hayatlarının içine sıkışmış insanlar vardır. Buradaki serçe ile filmdeki ana karakterler, Karen ve Jule ilişkilendiriliyor. Serçenin bacaya sıkışması, Karen’in ve Jule’nin kendi hayatlarında hapsoldukları iç dünyalarını yansıtıyor. Kaçmaya çalışan ama sıkışan bir serçe aracılığıyla özgür olmak isteyen ama engellere takılan bireyleri işaret ederek, geçmişten kaçmanın mümkün olup olmadığı ile ilgili sorgulayıcı bir bakış açısı yaratan film, bireyin geçmişinden kurtulabilmesinin ve özgür olabilmesinin zorluklarına incelikle dikkat çekmektedir. Zürcher’in sıradan bir anın içindeki yoğun duyguları mükemmel bir şekilde ortaya çıkardığı ve aile dinamiklerinin ne kadar zor olduğunu gösteren bu drama filmi izlenmeye değer görünüyor. Film; 17 Nisan Perşembe 19:00 * Cinewam City’s 7 (Ekip katılımlı), 20 Nisan Pazar 11:00 Atlas 1948’de, 21 Nisan Pazartesi 16:00 Kadıköy Sineması’nda gösterilecek. Merve ÇOLAK Uçan Köfteci (Yön. Rezan Yeşilbaş, 2025) Rezan Yeşilbaş, sinematografik dili ve derinlikli hikâye anlatımıyla dikkat çeken bir yönetmen olarak, 2012 yılında çektiği Sessiz adlı kısa filmiyle Cannes Film Festivali’nde Kısa Film Altın Palmiye’sini kazanmıştı. Yeşilbaş, bu ödülle diyaloglara fazla yer vermeden, yalın ama çarpıcı bir anlatım kurarak, izleyiciye derin duygular aktarabilen bir yönetmen olduğunu kanıtlamıştı. Şimdi ise Uçan Köfteci adlı yeni filmiyle izleyicilerin karşısına çıkmaya hazırlanıyor. Peki, bu filmi neden izlemeliyiz? Yeşilbaş, Sessiz filminde olduğu gibi, Uçan Köfteci’de de karakterlerin iç dünyasını görselliğe dayalı bir anlatımla vermeyi tercih etmesi muhtemel. Onun sinema dili, minimalist ama duygu yüklenmiş sahnelerle doludur. Bu nedenle Uçan Köfteci, Yeşilbaş’ın anlatım tarzının ve sinema dilinin nasıl evrildiğini anlamak açısından büyük bir önem taşıyor. Yönetmen, bireysel hikayeler aracılığıyla toplumsal meselelere dokunan bir isim. Sessiz filminde, bir Kürt kadınının cezaevi ziyaretinde yaşadığı sessizlik ve kimlik sorununu anlatan Yeşilbaş, yeni filminde de benzer bir duyarlılıkla izleyicisini etkilemeyi ama aynı zamanda farklı bir ton yakalamayı hedefliyor. Filmin adı olan Uçan Köfteci, daha sıcak, ironik ya da absürt bir anlatıya işaret ediyor olabilir. Ancak Yeşilbaş’ın sinemasını bilenler, bu sıcaklığın ardında derin bir hüznün ve çok katmanlı bir hikâyenin gizli olduğunu tahmin edebilir. Yönetmen, genellikle duygu yüklenmiş ve güncel toplumsal meselelere değinen anlatılar kuruyor. Bu nedenle Uçan Köfteci, salt bir komedi ya da absürt bir film olmayıp, izleyiciyi duygusal anlamda da yakalayacak bir hikâyeye sahip gibi gözüküyor. Yeşilbaş’ın kısa film geçmişi, onun anlatım ekonomisini nasıl ustalıkla kullandığını gösteriyor. Uçan Köfteci ile bu becerisini uzun metrajda nasıl geliştirdiğini görmek de oldukça ilginç olacak. Film, adından hareketle hafif ve komik bir hikâye izlenimi verse de, yönetmenin önceki yapıtlarına bakıldığında, bu hikayenin içinde derin duygusal kırılmalar ve toplumsal gözlemler barındıracağını söylemek mümkün. Gerçek bir hikâyeye dayanan Uçan Köfteci, Diyarbakır’da bir AVM’de köftecilik yaparak geçimini sağlayan Abdülkadir Aslan’ın hayatından esinleniyor. Aslan, sadece bir köfteci değil, aynı zamanda gökyüzüne tutkun, umut dolu bir insandır. Onun en büyük hayali, paramotoruyla bulutların arasında süzülmek ve rüzgârın kanatlarında özgürlüğü hissetmektir. Ne yazık ki, 6 Şubat depremi onu ve ailesini hayattan koparır. Ancak o, hayalini gerçekleştirdiği anlarda gökyüzüne bıraktığı izlerle, bugün hâlâ rüzgârın fısıltısında, bulutların arasında yaşamaya devam eder. Uçan Köfteci, bu unutulmaz hikâyeyi sinema perdesine taşıyarak, izleyiciyi hem düşünmeye hem de hissetmeye davet ediyor. Ayrıca, film Yeşilbaş’ın uzun metrajdaki konumunu nasıl şekillendireceğini anlamak için de büyük önem taşıyor. Geleneksel anlatı kalıplarını takip eden bir yapıda mı ilerleyecek, yoksa kendi özgün yolunu mu çizecek? Yeşilbaş’ın sinema dilini tanıyanlar, onun alışılagelmiş anlatı biçimlerinden uzak, kendine has bir görsel ve dramatik dünya kuracağını tahmin edebilir. Son olarak, Uçan Köfteci, tıpkı Sessiz gibi, festivallerde de yankı uyandıracak bir yapım gibi görünüyor. Filmin dünya prömiyerini Rotterdam Uluslararası Film Festivali’nde yapacak olması, uluslararası platformlarda da dikkat çekebileceğini gösteriyor. Film, Rezan Yeşilbaş’ın sinemasının yeni bir aşamasını temsil ederken, aynı zamanda Türk sinemasının dünyadaki konumu açısından da merak uyandırıyor. Sonuç olarak, Uçan Köfteci, Rezan Yeşilbaş’ın sinema anlayışındaki gelişimi görmek ve onun anlatım gücünü bir kez daha deneyimlemek için mutlaka izlenmesi gereken bir film gibi duruyor. Yeşilbaş’ın izleyiciyi duygusal ve görsel anlamda etkileyici bir yolculuğa çıkaracağını söylemek mümkün. Film; 20 Nisan Pazar 16:00 * Atlas 1948’de (Ekip katılımlı), 21 Nisan Pazartesi 21:30 * Kadıköy Sineması’nda (Ekip katılımlı), 22 Nisan Salı 13:30 Cinewam City’s 7’de gösterilecektir. Yaşar GÜLVEREN Harvest (Yön. Athina Rachel Tsangari, 2024) Athina Rachel Tsangari, Yunan Yeni Dalgası’nın en dikkat çekici yönetmenlerinden biri olarak sinema dünyasında kendine sağlam bir yer edindi. Attenberg (2010) ve Şövalye (2015) gibi filmleriyle geleneksel anlatı yapısını kıran, bireyler arası güç dinamiklerine eleştirel bir gözle yaklaşan Tsangari, Venedik Film Festivali’nde prömiyerini yapan ve Altın Aslan için yarışan, İngilizce çektiği ilk uzun metrajlı filmi Harvest (2024) ile karşımızda. Tsangari’nin sineması, alışılagelmiş dramatik yapıların dışına çıkan, izleyiciyi pasif bir konumdan çıkarıp onu düşünmeye ve sorgulamaya zorlayan bir yapıya sahip. Attenberg genç bir kadının dünyayı algılayışını sıra dışı bir üslupla anlatırken, yalnızlık, cinsellik ve yabancılaşma gibi temaları ele alış biçimiyle uzun süre konuşulmuştu. Yönetmenin Şövalye filmi ise, erkeklik kavramını sorgulayan, hiyerarşiyi ve rekabeti absürd bir mizah anlayışıyla ele alan güçlü bir hicivdi. Tsangari, Harvest filmini ise belirli bir zamana ve mekâna sıkışmamış bir western olarak tanımlıyor. Film, eski bir zaman diliminde yer alan bir köyün, yalnızca bir hafta içinde yıkıma uğrayıp kaosa sürüklenmesini anlatırken, Tsangari bu hikayeyi günümüzle ve her coğrafyayla ilişkilendiriyor. Röportajlarında, filmin özünü, modern insanın çıkmazlarına dair bir “tarihsel pasif tanıklık” olarak betimliyor. Tsangari, karakterlerin içinde bulundukları durumu, izleyicinin de kendi yaşamındaki kesitlerle özdeşleştirmesini amaçlıyor; ancak bu, sakıncalı bir kapıyı aralamak anlamına gelebilir. Zira, izleyicinin yaşadığı gerçekliğin başarılı bir şekilde aynalanması kolay değil ve fakat mümkün. Harvest, bir grup göçmen tarım işçisinin kırsalda geçirdiği bir zaman dilimi boyunca yaşadığı zorlukları konu alıyor. Eser, kapitalizmin en görünmeyen işçileri olan göçmenlerin hayatta kalma mücadelesini, sosyal hiyerarşi içindeki yerlerini ve hayallerinin nasıl sistematik engellerle çarpıştığını, bireysel arzularla toplumsal yapılar arasındaki gerilim ile birlikte işliyor. Filmde, diyaloglardan çok, beden dili, sessizlikler ve ritmik kurgu ön plana çıkıyorken, görsel anlamda minimalist bir dil ve belgesel estetiğine yakın bir anlatım tercih ediliyor. Eleştirmenlerin yaygın görüşü, filmin kurgusal yapısının, sadece bir bireyin hikâyesini anlatmaktan ziyade, toplumsal hafızanın, kültürel ritüellerin ve insan ilişkilerinin çok katmanlılığını ele almakta başarılı olduğu yönünde. Kasabanın hasat ritüeli, doğanın yeniden doğuşunu simgelerken, aynı zamanda geçmişten gelen yükler ve anılarla yüzleşmenin bir metaforu haline geliyor. Nitekim, karakterlerin yaşamlarındaki bu kesişim noktaları, hem bireysel hem de kolektif hafızanın izlerini taşıyor. Filmin izleyicisine kendi hayatındaki benzer döngüleri ve unutamadığı anıları sarsıcı bir şekilde sorgulattığına dair olumlu atıflar, Harvest’ı rafine bir merak konusu haline getiriyor. Diğer taraftan, yönetmenin film boyunca kesintisiz uzun plan çekimlere yer vermesi bazı eleştirmenler tarafından “fazla deneysel” bulunsa da, sinema sanatının sınırlarında gezinmek isteyenler için film bu yönüyle de ilgi çekici. Harvest, yalnızca deneysel sinema arayışında olan izleyiciler için değil, aynı zamanda insan yaşamının evrensel temaları ve bireyin içsel çatışmaları üzerine derinlemesine düşünmek isteyenler için de önemli bir seçenek. Tsangari’nin kendine has minimalist üslubu ve anlatı tekniği, filmini sinema dünyasında fark yaratan, cesur bir deneme olarak konumlandırıyor. Film; 17 Nisan Perşembe 16:00 Atlas 1948’de, 19 Nisan Cumartesi 16:00 Cinewam City’s 7’de, 20 Nisan Pazar 19:00 Kadıköy Sineması’nda gösterilecek. Serkan KALENDER İdea (Yön.Tayfun Pirselimoğlu, 2025) Ülkemizde minimalist sinemanın önemli temsilcilerinden Tayfun Pirselimoğlu’nun son filmi İdea(2025) Türkiye prömiyerini 44. İstanbul Film Festivalinde yapacak. Pirselimoğlu’nun aynı zamanda senaryosunu da yazdığı bu film başarılı, ödüllü oyuncuları ve sanat yönetmenliğinin duayeni olan Natali Yeres’i barındırması ile ilgiyi üzerinde toplayacağı düşünülen bir sinema eseridir. Yönetmen, uzun yıllar neredeyse her projesinde Yeres ile çalışmış olup zaten özellikle de ekip olarak çoğunlukla aynı kişilerle çalışmayı tercih etmektedir. Ulusal ve uluslararası alanda en iyi film, yönetmen ve senaryo dallarında pek çok ödülü bulunan yönetmenin çoğu filminde kasvetli görüntüler kullanılmış; karamsarlık, umutsuzluk hâkim olmuştur. Bunu da “Ben olaylara hiçbir şey eklemeden veya onlardan bir şey eksiltmeden gerçekliği olduğu gibi anlatıyorum. Toplumun çoğunluğu mutsuzken başka türlüsü mümkün değil zaten.” diyerek açıklamıştır. Görsellerin oldukça sade ama renk uyumu açısından başarılı olmasında “Yönetmenin aynı zamanda ressam olması büyük etkendir.” şeklinde düşünmek yanlış olmayacaktır. Bu filmin de görsel olarak sade, karanlık ama renk paletinin başarılı kullanıldığı kadrajlardan oluştuğu ihtimali yüksektir. Pirselimoğlu’nun çalışmaları; yüksek ses, hareketli görüntüler ve sahnelerden oluşan bazı ana akım filmleri gibi izlerken yoran ama sonrasında çabucak unutulan türden filmler değildir. Onun filmleri, tam tersi sakin bir izleme deneyiminden sonra düşündürmeye devam etmesiyle “yoran, huzursuz eden!” türdendir. Zaten yönetmen filmlerini izleyicilerin eğlenmesi için yapmadığını ifade etmiştir. İdea’nın konusu da oldukça ilgi çekici görünmektedir. Üzerinde İdea yazan bir kitabı amaçsızca karıştırıp geri bırakan Kemal, açıklanmayan bir suçla itham edilip tutuklanır. Kemal’in o andan itibaren hayatı cehenneme döner. Genel olarak simge ve metaforlarla çalışmayı seven yönetmenin burada kitabı bir simge olarak kullanmış olma ihtimali yüksektir. Ayrıca fikir, düşünce anlamına gelen isim de bence film hakkında önemli mesajlar vermektedir. Zaten öyle değil midir? Çok kitap okuyan bilgili insanlar toplum için tehlike arz edip zaman zaman türlü cezalara maruz kalmakta, kimi zaman da suç sayılmaması gereken şeylerle itham edilip tutuklanmaktadırlar. Ülkemizde kimi zamanlar, özellikle de bugünlerde yaşanan durumla tesadüf eseri örtüşmesi de filmi önemli kılmaktadır. Tesadüf çünkü yönetmen, bir önceki filmi Kerr(2021) gösterime girmeden çok önce İdea üzerinde çalışmaya başlamıştır. İdea projesi, 2020 yılında TRT 12 Punto’da yarışarak TRT Ortak Yapım Ödülünü ve 2021’de 74. Cannes Film Festivali kapsamında düzenlenen 17.Cinefoundation Atelier programına katılma hakkını kazanmıştır. Özet olarak; ıssızlık, yalnızlık, tedirginlik, karanlık atmosfer, güven vermeyen ve tekin olmayan ortamlar bu filmde de hâkim olacak gibi görünüyor. Bu yönleriyle İdea, yine kendine has tarzı ve sinema diline sahip, özgün bir Tayfun Pirselimoğlu filmi olarak karşımıza çıkacak gibi durmaktadır. Film; 16 Nisan Çarşamba 21:30 * Atlas 1948’de (Ekip katılımlı), 17 Nisan Perşembe 16:00 * Kadıköy Sineması’nda (Ekip katılımlı), 20 Nisan Pazar 13:30 Cinewam City’s 7’de gösterilecek. Tülay Işık KALAFAT Maldoror (Yön. Fabricedu Welz, 2024) 2005’te başlayan sinema kariyeri boyunca gerçek hayattan beyazperdeye gotik bir tarzda uyarladığı cinayet hikâyeleriyle Belçikalı yönetmen Fabricedu Welz, belli ki sınırları zorlamayı şiar edinmiştir. 81. Venedik Uluslararası Film Festivali’nde prömiyerini yapan Maldoror (2024) da gerilim ustası yönetmenin bu türdeki istikrarlı başarısını ortaya koyar. Film, 1989 yılında başlayıp senelerce Belçika’yı sarsan Marc Dutroux skandalını konu alır. Dutroux; ilk olarak beş genç kızı kaçırarak tecavüz etmesinin hemen ardından önceki suçlarıyla beraber seri cinayet, tecavüz ve tacizden yargılanıp içeri atılmıştır. Ancak yalnızca üç yıl süren hapis hayatının sonrasında salınmış, 1996 yılında işkence içeren çok daha vahşi suçlardan şüpheyle tekrar yargılanmıştır. 2004’e kadar süren yargılama süreci sonunda nihayet müebbet hapis cezası almıştır. Ancak Dutroux’nun on yıldan fazla süren suç ve yargı dönemi süresince pek çok genç insan ve çocuk mağduriyet yaşamış ve ne yazık ki bir kısmı hayatını kaybetmiştir. Bu tüyler ürpertici insanlık suçunu konu alan Maldoror, olayları polis memuru Paul Chartier’ın gözünden anlatır. Cinsel taciz olaylarıyla anılan ve Dutroux’dan uyarlanan tehlikeli bir suçluyu takip etmek üzere gizli bir görev ekibi, Maldoror kurulmuştur. Ancak birimdeki polis organizasyonu ve hukuk sistemindeki yetersizlikler nedeniyle ekip bir türlü başarılı olamaz. Buna müsaade etmemeyi saplantılı bir amaç hâline getiren Chartier, kolları sıvayarak gizemli katilin peşine bizzat düşer. DuWelz’in gerilim-suç türünde özelleşen üslubu, Maldoror’la birlikte mevcut izleyici kitlesini genişleterek beklentileri fazlasıyla karşılamıştır. Ancak usta yönetmen, “başyapıtı” olarak gördüğü son filminde böyle bir amaçtan ziyade daha evrensel bir ileti oluşturma niyetindedir. Dutroux skandalı, Belçika tarihine pek çok insanı derinden yaralayan acı ve vahşi bir olay olarak geçmiştir. DuWelz ise olayı yeniden gündeme getirip yaraları kanatmak veya suçu albenili göstererek sansasyon üzerinden heyecan devşirmeye çalışmak istemez. Nitekim çeşitli kanallara verdiği demeçlerde bu tür olayların hafızalardan silinerek normalleştirilmesinden rahatsız olduğunu dile getirmiştir. Onun esas amacı, suçu ayan beyan ortada olan bir caninin sırf polis teşkilatı ve yargı sistemindeki yetersizlikler nedeniyle salınıvermesi sonucu mağdur olan çok daha fazla insanın sesini duyurmaktır. Bir başka deyişle duWelz’in derdi skandalları mercekle büyüterek izleyiciyi kendine bağlamak değil, ustalaştığı sanat alanı vasıtasıyla devlet kurumlarının suça yaklaşımını, suçu yönetme ve yargılama biçimlerini eleştirmektir. Bu yıl 44. İstanbul Film Festivali kapsamında yer verilecek olan Maldoror, özellikle böyle bir ilke barındırdığı için polisiye-suç türüne ilgi duyanların farklı bir bakış açısıyla da karşılaşacağı bir yapım. Çeşitli eleştirmenlerce uzunluğuna dikkat çekilen film, sürükleyici kurgusu ve duWelz’in tempolu gerilimiyle heyecanı elden bırakmayacak türden. Yapımın teknik yönüne de ilgi duyan izleyiciler için gotik bir anlatı biçimi örneğini görebilmek de mümkün üstelik. Filmin geneline hâkim olan sarı filtre, loş ve tek taraflı ışıkla karanlığın yönetilme şekli, dozunda verilen bilgi ile gizemi koruyan sahneler, çağdaş sinemada güncel bir olayın gotik üslup içinde nasıl anlatılabileceğini de keyifli bir seyirle sunuyor. Suçun amaç değil, eleştirel araç olarak kullanıldığı bir polisiye serüveni izlemek isteyen tüm sinemaseverlere tavsiyemdir. Film; 18 Nisan Cuma 16:00 Atlas 1948’de, 20 Nisan Pazar 16:00 Cinewam City’s 7’de, 22 Nisan Salı 21:30 Kadıköy Sineması’nda gösterilecektir. Rabia Elif ÖZCAN Lessons Learned (Yön.Bálint Szimler, 2024) Macar yönetmen Bálint Szimler’in ilk uzun metrajı olan Lessons Learned (2024), bireyin şekillenme sürecine dışsal müdahalelerin en yoğun yaşandığı alanlardan biri olan eğitim sistemine yönelttiği bakışla dikkat çekiyor. Berlin’den Budapeşte’ye taşınan on yaşındaki bir çocuğun gözünden kurulan hikâye, yalnızca yeni bir çevreye uyum sağlama çabasını değil, aynı zamanda bireysel varoluşun kurumlarla olan çatışmasını da görünür kılmaya çalışır. Avrupa sanat sinemasının genç ve duyarlı örneklerinden biri olarak yorumlanan yapım, uluslararası festivallerdeki dolaşımının yanı sıra İstanbul Film Festivali Altın Lale Yarışma seçkisine dâhil edilerek Türkiye’deki sinema çevrelerinin de ilgisini çekti. Film, Berlin’den Budapeşte’ye taşınan on yaşındaki Palkó’nun, yeni bir ülkede karşılaştığı okul sistemine uyum sağlama sürecini konu alır. Bir yandan Palkó’nun yabancı bir ortamda yaşadığı deneyimler takip edilirken, diğer yandan çalıştığı okulun katı kurallarına mesafeyle yaklaşan genç öğretmen Juci’nin bu yapı içindeki konumu gözler önüne serilir. Öğrenci ile öğretmen arasındaki ilişki, iki farklı uyum arayışının yan yana gelişini anlatının merkezine yerleştirir. Festival kataloglarında ve eleştirilerde dikkat çekici bir unsur, yönetmen Szimler’in gerçekçilik ile düşsel öğeleri bir arada kullanması olarak görünüyor. Görünüşe göre seyirci, film boyunca büyüme, itaat ve başkaldırı gibi evrensel temalarla baş başa bırakılırken; anlatı, eğitim sistemi çerçevesinde başlayan ama kişisel ve toplumsal düzeyde daha derin sorulara yönelen bir iç yolculuğa evrilir. Palkó’nun yaşadığı yabancılaşma, yalnızca coğrafi sınırlarla değil; anlamaya, aidiyet kurmaya ve ses bulmaya dair daha içsel engellerle de bezelidir. Lessons Learned’in İstanbul Film Festivali’nin Altın Lale Yarışma seçkisinde yer alması, yalnızca estetik değerleriyle değil, taşıdığı düşünsel yükle de açıklanabilir. Film, otoriteyle şekillenmiş bir eğitim sisteminin içinde, bireyin – özellikle de bir çocuğun -sesini bulma çabasını konu edinirken, evrensel bir çatışmayı yerel bir bağlamda görünür kılar. Bu yönüyle, festivalin uzun yıllardır sürdürdüğü sinemada özgün anlatım biçimlerini, kültürel dönüşümü ve toplumsal eleştiriyi öne çıkarma misyonuyla doğrudan örtüşür. Szimler’in sade ve kontrollü anlatım dili, karakterlerin içsel dünyasıyla kurduğu incelikli bağ ve sistem eleştirisini açık bir slogana dönüşmeden ifade etme becerisiyle filmin seçkideki varlığını hem biçimsel hem de tematik düzlemde anlamlı kılar. İstanbul Film Festivali gibi köklü bir platformda yer alması da tesadüf olarak değerlendirilemez. Altın Lale yarışma seçkisi, her zaman sinemasal iddiası yüksek yapımlara ev sahipliği yapar. Lessons Learned’in bu seçkide yer alması, hem taşıdığı estetik niteliklere hem de uluslararası ölçekteki anlatı gücüne işaret ediyor. Daha önce kısa filmleri ve müzik klipleriyle dikkat çeken Szimler, bu yapımla birlikte adını Avrupa sanat sinemasının dikkatle takip edilen yönetmenleri arasına yazdırabilecek bir konuma getirebilir. Lessons Learned, onun sinema yolculuğunda bir dönüm noktasına işaret ederken izleyiciye de hem estetik hem düşünsel düzlemde katmanlı bir deneyim sunuyor gibi görünüyor. Film; 19 Nisan Cumartesi 11:00 Atlas 1948’de, 21 Nisan Pazartesi 19:00 Cinewam City’s 7’de, 22 Nisan Salı 16:00 Kadıköy Sineması’nda gösterilecek. Burakhan YANIK O da Bir Şey mi (Yön. Pelin Esmer, 2025) Bu sene ilk kez tek bir çatı altında birleştirilen Altın Lale için yarışan on beş filmin yedisi yerli film, biri ise yarı yerli diyebiliriz. Bu filmler arasında son yılların Türkiye sinemasının en önemli isimlerinden biri olan Pelin Esmer’in son filmi O da bir şey mi (2025) de var. İlk gösterimini Rotterdam Film festivalinde yapan film, Altın Lale yarışmasının ötesinde sinemaseverlerin her koşulda merakla beklediği bir film. Her işiyle hayatımıza dokunan, en çarpıcı hikâyeleri en sakin yerinden anlatarak hikâyenin gücünü seyircinin içinde hissetmesini sağlayan yönetmen, bu işiyle de ses getireceğe benziyor. Daha önce Oyun (2005), 11’e 10 kala (2009), Gözetleme Kulesi (2012), İşe Yarar Bir Şey (2017) ve Kraliçe Lear (2019) adlı filmlerini izlediğimiz Esmer, hem belgesel hem de kurmaca dalında 2000 sonrası sinemamızda rüştünü ispatlamış bir kadın yönetmen. Küçük insanların büyük ve belki hepimiz için tanıdık olan hikâyelerini anlatıp; ölüm, yalnızlık, dayanışma, vicdan gibi temaları ele alırken insani ve güçlü bir anlatımla durgun bir suyun derinlerinde nefessiz kalmışsınız gibi hissettirecek kadar güçlü sinema diliyle tüm ilgi ve merakımızı hakkediyor. Filmi Rotterdam’da gören şanslı azınlık dışında sanıyorum sinemaseverlerle asıl buluşması 44. İstanbul Film Festivali’nde gerçekleşecek. Toplam üç gösterim yapacak olan filmin 19 Nisan Cumartesi 21.30 seansındaki gösterimi hem Türkiye prömiyeri hem de Film ekibinin katılımıyla Türkiye galası olacak gibi görünüyor. Filmin konusuna gelirsek; Söke Film Festivali’nin konuklarından İstanbullu ünlü yönetmen Levent, kaldığı otelde kat görevlisi olarak çalışan yirmilerindeki Aliye’den bütünüyle habersizdir. Oysa kendine yeni bir hayat hikâyesi edinmeye çalışan Aliye, Levent’i ve filmlerini çok iyi tanımaktadır. Aliye’nin çetrefilli hikâyesi, birbirinden tamamen farklı hayatlara sahip bu iki uzak insanı bir araya getirir. Şimdi gerçek ile kurgu arasında bir seçim yapmak zorundadırlar. Gerçekle hayalin, filmle hayatın iç içe geçtiği, sınırların belirsizleştiği bir film olduğunu fragmanından da sezdiğimiz O da bir şey mi (2025) ünlü oyuncu kadrosuyla da dikkat çekiyor. Timuçin Esen, Sermet Yeşil, Nur Sürer, İpek Bilgin, Mehmet Kurtuluş gibi isimleri görmek izleme arzumuzu daha da kamçılıyor. Zengin oyuncu kadrosunun otelin müşterileri olduğunu ve onların da hikayelerine şöyle bir göz atacağımızı da anlıyoruz. Bana öyle geliyor ki; hayallerimiz ve yaşadığımız gerçeklerimiz arasındaki farklar ve bu koca dünyada ikisi arasındaki sıkışmışlığımız çeşitli katmanlarla filmin sorgulamamızı istediği şey olacak. -Niye öldürdün babanı? -Öldürmedim ki, hayal ettim. Bir de söylemeden geçemeyeceğim; O da bir Şey mi ismi beklentimizi yükselten bir seçim olmuş gibi. Umarım film bize o da bir şey dediğinde biz de ona “vay be gerçekten müthişmiş” diyebiliriz. Heyecanla bekliyorum. Film; 19 Nisan Cumartesi 21:30 * Atlas 1948’de (Ekip katılımlı), 20 Nisan Pazar 13:30 * Kadıköy Sineması’nda (Ekip katılımlı), 22 Nisan Salı 16:00 Cinewam City’s 7’de gösterilecek. Nesrin KARADAĞ Crowd (Yön. Sahand Kabiri, 2025) Bu yıl Rotterdam Film Festivali’nde prömiyerini yapan Crowd, modern İran sinemasının gençlik temsiline getirdiği taze solukla dikkat çeken bir yapım olma özelliği taşımaktadır. Yönetmenliğini Sahand Kabiri’nin üstlendiği film, z kuşağı ve milenyum çocuklarını merkezine alır. Kabiri’nin ilk uzun metrajlı filmi olan Tayfa, gençlerin bireysel kimlik arayışlarını ve içinde bulundukları toplumsal yapıya yönelik geliştirdikleri direnişi temsil etmektedir. Film, bir veda partisinde toplanan gençlerin, yalnızca dostlarına değil, aynı zamanda dayatılan ataerkil sisteme meydan okuyuşlarını işliyor. Kabiri, Crowd ile Tahran’ın günümüz İranlı gençlerinin yaşamına içeriden bir bakış sunar. Karakterler, toplumun belirlediği normlar ile kendi istekleri arasındaki çatışmayı en doğal hâlleriyle deneyimlemektedir Bu bağlamda Tayfa, bireysel özgürlük ve kolektif dayanışma arasında kurulan hassas dengeyi irdeleyen, kişisel ama bir o kadar da politik bir film olma özelliği taşımaktadır. Filmin anlatısı, gençlik enerjisi ile toplumsal baskılar arasındaki gerilimi derinlemesine işlemektedir. Crowd’nın üyeleri, bir araya geldiklerinde mutlu gibi görünmelerine rağmen bireysel yolculuklarında yalnız ve zaman zaman çaresiz hissetmektedir. Bu anlarda Kabiri, kamerasını adeta bir belgeselci hassasiyetiyle kullanarak, karakterlerini içeriden gözlemlemeyi tercih eder. Yönetmenin yaklaşımı ve üslubu filmdeki samimi atmosferi güçlendirirken, seyirciye de karakterlerin dünyasına daha içten bir şekilde dahil olma fırsatı sunmaktadır. Crowd, sadece bir grup gencin hikâyesini anlatmaktan ziyade İran toplumunun gençlik üzerindeki etkilerini ve onların bu etkilere nasıl direndiğini gözler önüne sermektedir. Capcanlı, dimdik duran ve umudu elden bırakmayan bir kuşağın portresini çizen Kabiri, ilk uzun metrajlı filminde oldukça güçlü bir anlatı sunar. Festival yolculuğu boyunca da adından söz ettirecek bu film, özellikle toplumsal cinsiyet, bireysel özgürlük ve gençlik temalarını ele alan sinema severler için kaçırılmaması gereken bir yapım olarak öne çıkmaktadır. Film; 20 Nisan Pazar 19:00 *Atlas 1948’de (Ekip katılımlı), 21 Nisan Pazartesi 11:00 *Kadıköy Sineması’nda (Ekip katılımlı), 22 Nisan Salı 19:00 Cinewam City’s 7’de gösterilecek. Fil’m Hafızası Öldürdüğün Şeyler (Yön. Alireza Khatami, 2024) 2025 Sundance Film Festivali’nde Dünya Sineması Drama Yarışması kapsamında prömiyerini yapan Öldürdüğün Şeyler (2024), Khatami’nin Ali Asgari işbirliği ile yaptığı İran’da otoriter rejim altında günlük rutinleri absürdist bir lensle inceleyen, 2023 Cannes Ödülleri’nde Belli Bir Bakış seçkisinde gösterilmiş olan Terrestrial Verses (2023) filminden sonraki ilk işidir. Khatami bu sefer keskin kamerasını Türkiye’ye çevirir. Coğrafyanın, kültürün, dilin ve bu kavramların insan ve kimlik(ler) üzerindeki etkisi sinemada incelenmesi kaçınılmaz bir konudur. Üstelik Khatami’nin kendi sanatçı kimliğinin hem film anlatısının hem de film yapımı sürecinin bir parçası olduğuna dair elimizde birkaç ipucu vardır. İlk olarak filmin konusuna kısaca göz atalım. Türkiye’yi Amerika’da Karşılaştırmalı Edebiyat okumak için terk etmiş olan üniversite profesörü Ali (Ekin Koç), annesinin ölümü ile birlikte babasına karşı olan hıncını somut bir intikam arayışına dönüştürür. Bu süreçte de kimlikten kimliğe bürünür. Ali, bahçıvan Reza (Erkan Kolçak Köstengil) ile bir plan yaparak bu yola girer ve kendi iç dünyasına bir yolculuğa çıkar. Film, Ali’nin aynı zamanda parçası olduğunu düşünmediği ataerkil bir dünyaya onu yavaş yavaş çekerek, daha önce yüzleşmediği kimliklerinin karmaşasında bırakır. Mekân olarak Anadolu’nun kırsallarının seçilmesi, müzik yerine doğa seslerinin tercih edilmesi de şüphesiz ki psikolojik gerilim sayılabilecek bu filmde cesur bir seçimdir. Bunun ışığında, seyirciye aktarılmaya çalışılan tedirginlik ve çarpıcılık çoğunlukla karakter, diyalog ve kamera teknikleri üzerinden verilmektedir. Khatami bir röportajında alternatif, öne çıkan bir biçimin onun için önemli olduğunu belirtir–genelde “biçim”e olan bu vurgunun Batı sinemasında konuşulduğunu, Batı dışı yönetmenlerden beklenenin filmin içeriğinin, yönetmenin çıktığı coğrafyadaki güncel sorunlarla olan uyumu olduğunun altını çizer. Bunu bir sorun olarak gören Khatami, Öldürdüğün Şeyler ile bu beklentiyi alt üst etmeye çalıştığını dile getirir. Belli bir coğrafyada yer alsa da bir filmin evrensel kaygılar ve kavramlar üzerinden okunabileceğini vurgular. Khatimi için filmler sadece siyasi bir demeç değil, bir sanat eseridir ve filmler bu bakış üzerinden değerlendirilmelidir. Öte yandan iki erkek karakterin isimlerinin Ali ve Reza olması elbet bir tesadüf değildir. Bu noktada filmin yönetmen için kişisel bir proje olduğu, belki de bu anlatı üzerinden kendi sanatçı kimliğini incelediği, söylenebilir. İlk uzun metraj filmi olan Oblivion Verses (2017), Şili’de çekilmiş, İspanyolca, büyülü gerçekçi bir filmdir. İkinci filmi yukarıda bahsedildiği gibi Farsçadır ve İran’da çekilmiştir. Anlaşıldığı üzere Khatami sanatını dünyanın her köşesinde icra etme amacı güden bir sanatçıdır–yani sadece belli konularda ve dillerde, ondan beklenileni yapmak ilgisini çekmez. Yönetmenin farklı dillerde farklı sanatçı kimliklerini göz önünde bulundurmak, filmlerindeki karakterlerin dil ve kimlikle olan çekişmelerini incelemek açısından faydalı olabilir. Aynı zamanda büyük bir David Lynch hayranı olan Khatami bu filmi yaparken Lynch’in insan psikolojisine olan farklı bakış açısından ilham aldığını belirtmektedir. Filmi izlemeden bu kaygıları ve esintileri göremeyecek olsak da, Öldürdüğün Şeyler’in Altın Lale Yarışması seçkisinde ilgi çeken filmlerden biri olduğunu söyleyebiliriz. Film; 17 Nisan Perşembe 21:30 *Kadıköy Sineması’nda (Ekip katılımlı), 19 Nisan Cumartesi 16:00 *Atlas 1948’de (Ekip katılımlı), 21 Nisan Pazartesi 16:00 Cinewam City’s 7’de gösterilecek. İpek ÖMERCİKLİ Buradayım, İyiyim (Yön. Emine Emel Balcı, 2025) Buradayım, İyiyim (2025), kadınların kahramanlık hikâyelerine ihtiyaç duymadan da güçlü ve görünür olabileceğini hatırlatır. Filiz’in hikâyesi, günümüzün kentli kadınına hiç de yabancı değildir. Çalışan bir anne, bir eş, bir evlat olarak tüm bu rollerin arasında iç sesini dinlemeyi unutmuş bir kadındır. Doğum sonrası depresyona girdiğinde, kendine basit gibi görünen ama aslında çok şey anlatan bir hedef koyar: bir araba almak. Filiz için araba, rotasını yeniden çizme, kendi hızını belirleme, istediği yerde durma ve yön değiştirme hakkının bir sembolüne dönüşür. Emine Emel Balcı’nın sade ama çarpıcı yönetmenliğiyle hayat bulan Buradayım, İyiyim kadının “kendi hayatına sahip çıkma” mücadelesini gündelik detayların içine işleyerek anlatır. Filiz’in yalnızlığı tanıdık bir yorgunlukla örülmüştür. Evin içinde görünmeyen emek, bitmek bilmeyen beklentiler ve kadının kendini en son sıraya koyma hâli düşünüldüğünde, Filiz’in araba arzusu sıradan bir istekten öte, bir özgürlük talebine dönüşür. Tam da bu döneminde Filiz, Şule ile tanışır.Farklı geçmişlere sahip olsalar da benzer bir sıkışmışlık duygusuyla yolunu arayan iki kadının karşılaşması, aralarında beklenmedik bir bağın filizlenmesine vesile olur. Bu bağ, dayanışmanın sessiz ama güçlü bir biçimini temsil eder; yargılamadan, bir şey beklemeden, yalnızca birbirini gerçekten anlayarak kurulan bir dostluk… Filiz’in kendine ait bir arabaya sahip olma isteği, Virginia Woolf’un A Room of One’s Own (1929) kitabını hatırlatır. Her iki eserin de kesiştiği nokta, kadınların toplumun ve çevresinin dayattığı sınırların ötesine geçebilmesi için kendine ait bir alan yaratması gerektiğidir. Bu bağlamda, Buradayım, İyiyim, toplumsal cinsiyet, özgürlük arayışı ve toplumsal temalarla ilgilenenler için güçlü bir deneyim sunmaktadır. Emine Emel Balcı, toplumsal temaları derinlemesine işleyen ve karakter odaklı anlatım tarzıyla tanınan bir yönetmendir. Çeşitli festivallerde ödüller kazanan Balcı, kısa filmleri ve belgeselleriyle dikkat çekmiştir. İlk uzun metraj filmi Nefesim Kesilene Kadar (2015) ile Berlinale Forum bölümüne seçilerek uluslararası alanda başarıya ulaşmıştır. İkinci uzun metrajlı filmi Buradayım, İyiyim ise dünya prömiyerini 44. İstanbul Film Festivali’nde gerçekleştirecektir. Altın Lale Yarışması’nda kaçırılmaması önerilen film, Türkiye-Almanya ortak yapımıdır. Başrollerini Bige Önal ve Elit İşcan’ın paylaştığı filmde Görkem Mertsöz, Mustafa Sönmez, Elçin Atamgüç, Ayhan Kavas ve Ayşe Lebriz rol almaktadır. Buradayım, İyiyim, kurgu aşamasındayken Selanik Uluslararası Film Festivali’nin prestijli “Agora Work in Progress” programına seçilen yapımlar arasında yer almıştır. Yönetmenin sade ve derinlikli anlatımı, oyuncuların sahici performansı ve kadın merkezli güçlü yapısıyla film, geniş kitlelere ulaşmayı ve salonlarda yer bulmayı hak eden bir sinema deneyimi vaat etmektedir. Film; 18 Nisan Cuma 21:30 *Atlas 1948’de (Ekip katılımlı), 19 Nisan Cumartesi 19:00 *Kadıköy Sineması’nda (Ekip katılımlı), 21 Nisan Pazartesi 13:30 City’s’de gösterilecek. Büşra Soylu KÜÇÜKKAYA Under the Volcano (Yön.Damian Kocur, 2024) İnsani krizlerin son beş yılda iki katına çıktığı dünyamızda bu türden psikolojik zorlanmaya maruz kalmak istisnadan çok sıradanlaşmaya başladı. Under the Volcano (2024), günümüz küresel politik ikliminde hiçbirimiz için çok da olasılık dışı olmayan bir hikâyeyi beyazperdeye taşıyor. İspanya’nın Tenerife adasına tatil yapmaya giden Ukraynalı bir aile, ülkelerinin Rusya tarafından işgal edildiğini öğrenir. Evlerinden çok uzaktayken gerçekleşen bu insani kriz, hâlihazırda çeşitli sorunlarla boğuşan aile bireylerini ve aile dinamiklerini derinden sarsar. Ukrayna’nın senelerdir içinde bulunduğu savaş atmosferinde yaşama tutunmaya çalışan ailenin bağ kurma beklentisiyle çıktıkları tatilleri, ümit edilenin tam aksinin gerçekleştiği bir yol ayrımına dönüşür. Evlerinden uzakta olmanın ve mücadelenin aktif birer parçası olamamanın verdiği sıkıntı bir yana, sürekli bombalanan şehirlerde yaşayan sevdiklerinin güvenliğinden büyük endişe duyan aile, Tenerife’de “güvenli bir yerde” olmalarına rağmen ruhsal olarak mahsur kalmıştır. Bu sıkışıp kalma hâli içinde aileye yeni katılan üvey anne Nastyna ve çaresizlik içinde metanetini korumaya çalışan baba Roman, olan bitene anlam vermekte zorlanan çocuklarını teselli etmeye çabalar. Ancak anlamsızlık o kadar gerçek ve derin belirsizlik ise o kadar katlanılmazdır ki herkesin kendince yöntemlerle baş etmesi gerekir. Altı yaşındaki Fedir kabuslarla boğuşurken, 16 yaşındaki Sofiia ergenliğin duygusal yoğunluğuyla birlikte Rusya’ya duyduğu öfke ve gelecekte yapayalnız kalacağına dair korkularla mücadele eder. Başrolde izlediğimiz dört karakterin yaşadıkları duygusal geçişler, oyuncuların etkileyici performanslarıyla ustaca işlenir. Olağan dışı ve korkunç bir durum yaşasa dahi hayat devam ettiği müddetçe, insanın dayanıklılığını nasıl kullanabildiği ;Roman ve Sofiia’nın müzik eşliğinde bağ kurması gibi küçük anlarda ele alınır. Filmin atmosferinde yer alan tatil, eğlence gibi pozitif duygular canlandıran dans eden turistler gibi ögeler bu sırada bir faciayla yüzleşen ailenin gerçekten kopma deneyimlerini yansıtır. Bazen gerçekten kopma anları, insanın ruhsal sağlığını koruyabilmesi adına kaçınılmaz olsa da filmde ele alınış şekliyle dünyada olan biten tüm vahşetlere gözlerini kapatmış insan topluluklarına da böylelikle bir mesaj gönderilmektedir. Dünya prömiyerini Toronto Uluslararası Film Festivali’nde yaptıktan sonra 97. Akademi Ödülleri’nin En İyi Uluslararası Uzun Metrajlı Film kategorisinde Polonya’dan aday gösterilen Under the Volcano bu sene İstanbul Film Festivali kapsamında Altın Lale Ödülü için yarışacak. Evrensel insani değerlerin bir çırpıda yok sayıldığı, yaşama, güvenlik gibi temel hakların artık yalnızca gücü elinde bulunduranlar için geçerli olduğu bu felaket anlatısı, insan psikolojisinin kırılganlığına olduğu kadar dayanıklılığına da değinerek her şeye rağmen umut taşımanın aktif bir eylem olduğunu bizlere bir kez daha hatırlatıyor. Film, 14 Nisan Pazartesi 13:30 Atlas 1948’de, 16 Nisan Çarşamba 11:00 Cinewam City’s 7’de, 21 Nisan Pazartesi 19:00 * Kadıköy Sineması’nda (Ekip katılımlı) gösterilecektir. Selin TANYERİ <p>The post Altın Lale’nin Peşinde: 44. İstanbul Film Festivali Yarışma Seçkisi first appeared on Fil’m Hafızası.</p> 13 Ekim 1972 tarihinde Uruguay’ın Montevideo kentinden Şili’nin Santiago kentine gitmek üzere havalanan uçak And Dağları’na düşer. Uruguay Hava Kuvvetleri’nin 571 sefer sayılı uçuşunu gerçekleştiren uçağın içinde Uruguaylı Old Christians adlı ragbi takımının oyuncuları ve yakınları vardır. Mürettebatla birlikte kırk beş kişinin bulunduğu uçağın düşmesi sonucu kazadan kurtulan yolcular inanılmaz bir hayatta kalma mücadelesi göstermiştir. Peki Güney Amerika’nın batı kıyısı boyunca uzanan ve dünyanın en uzun sıra dağları olan And Dağları’nda düşen bir uçaktan sağ çıkan on altı genç, 4200 metre rakımda yetmiş iki gün boyunca hayatta kalmayı nasıl başarmıştır? Gençlerin yeteneklerinin yanı sıra en önemlisi hepsinin de yaşama arzusuna sonuna kadar sahip olmalarıdır. Arama kurtarma çalışmalarının kazanın sekizinci gününde sona erdirildiğini öğrenen gençler, artık kurtulmak için kendilerinden başka yardım edecek kimseleri olmadığını fark eder. Bu farkındalık onların hayatlarının dönüm noktasını oluşturacak kararlar almalarına neden olur. Uruguaylı gazeteci Pablo Vierci’nin aynı adlı kitabından uyarlanan filmin yönetmen koltuğunda The Orphanage (2007) ve The Impossible (2012) filmleri ile tanıdığımız İspanyol yönetmen Juan Antonio Bayona oturmaktadır. Kadrosunda Arjantinli ve Uruguaylı oyuncuların yer aldığı film, özellikle bir uçak kazası sırasında yaşanabilecekleri son derece gerçekçi şekilde yansıtmayı başardığı sahnesiyle oldukça tatmin edici bir şekilde başlıyor ve kendini ilgiyle sonuna kadar izletiyor. 127 Hours (2010) Genç dağcı Aron Ralston, tırmanış için gittiği Utah yakınlarındaki Moab bölgesinde büyük bir kaya parçasının arasına sıkışır. İşin en kötü tarafı ise bu tırmanıştan kimseye bahsetmemiş olmasıdır. Önce yolda tanıştığı iki dağcıdan yardım bekler ancak çok geçmeden ona yardım edecek kişinin yalnızca kendi olduğunu anlar. Aç ve susuz geçen beş günün ardından kendini metrelerce derinlikten kurtarmaya yarayacak yönleriyle yüzleşir ve sıkışıp kaldığı yerden kurtulmak için zor bir karar verir. Oscar’lı yönetmen Danny Boyle’un Slumdog Millionaire’den (2008) sonraki ilk çalışması olan filmin başrolünde James Franco bulunmaktadır. Everest (2015) Film, 1996 yılında Everest Dağı’na tırmandıktan sonra iniş sırasında fırtınaya yakalanan iki grup dağcının gerçek hikâyesi olan ölüm kalım savaşını beyaz perdeye aktarmaktadır. Rob Hall, 1992’den beri Everest Dağı’nda ticari zirve tırmanışları sunan bir kuruluşun sahibidir. Rob Hall’ün liderliğinde ve içlerinde Teksaslı bir cerrah olan Beck Weathers, postacı Doug Hansen, Japon dağcı Yasuko Namba ve Amerikalı gazeteci Jon Krakauer’in bulunduğu sekiz kişilik bir ekip kırk gün sürecek Everest tırmanışına başlar. Zirve tırmanışının yapılacağı gün öğleden sonra büyük bir fırtına beklenmektedir. Bu neden ile zirveden en son ayrılış saati 14.00 olarak belirlenir. Ekibin büyük bir kısmı belirlenen zaman dilimi içinde zirveye ulaşmış ve inişe geçmeyi başarmışken, tırmanış için gereken parayı güç bela denkleştirebilmiş ve daha önce de birkaç kez zirveye ulaşamadığı için kendince başarısız tırmanışlar yaptığını düşünen Doug Hansen ne olursa olsun bu kez zirveye çıkmaya kararlı olduğunu Rob’a söylediğinde tehlikeli bir karar verilir ve dağda tam bir ölüm kalım savaşı yaşanır. Jon Krakauer’in Into Thin Air adlı kitabının yanı sıra, hayatta kalanların anlattıklarından uyarlanan filmin yönetmenliğini 2 Guns (2013) ve Contraband (2012) filmlerinin de yönetmenliğini yapan Baltasar Kormákur üstlenmektedir. Filmin başrollerini ise Jake Gyllenhaal, Josh Brolin, John Hawkes ve Jason Clarke gibi ünlü isimler paylaşmaktadır. The Way Back (2010) Polonya’lı yazar Slawomir Rawicz’in The Long Walk adlı kitabından uyarlanan film, 1940 yılında Sibirya’dan Hindistan’a kadar altı bin kilometre yol yürüyen bir grup esirin hikâyesini anlatmaktadır. Sovyet Rusya’ya bağlı Sibirya esir kampından kaçan dört kişi ve gruba daha sonra eklenen bir kişinin tek bir amacı vardır: Özgür olmak. Başlarına ödül konan bu ekip, önce Sibirya’nın soğuğunu, ardından Gobi Çölü’nün kurağını ve son olarak Himalayalar’ı aşmak zorunda kalır. Filmin yönetmeni Peter Weir iken oyuncu kadrosunda Dragos Bucur, Colin Farrell, Ed Harris, Saoirse Ronan, Mark Strong ve Jim Sturgess bulunmaktadır. Room (2015) 2009 yılında ortaya çıkan Fritzl olayı o dönem tüm dünyayı dehşete düşürmüştü. Zira Avusturya’da bir baba kızını evinin bodrumuna kilitleyip yirmi dört yıl boyunca ona tecavüz etmiş ve kızından yedi çocuğu olduğu ortaya çıkmıştı. Emma Donoghue işte bu olaydan etkilenerek ‘Room’ adında bir kitap yazmış ve daha sonra bu kitap sinemaya uyarlanmıştır. Filmin yönetmen koltuğunda Lenny Abrahamson otururken başrollerinde Brie Larson ve Jacob Tremblay bulunmaktadır. Filmin konusuna gelirsek, genç bir kadın Nick adındaki yaşlı bir adam tarafından kaçırılır ve dışarıyla hiçbir bağlantısı olmayan bir odada yıllarca esir tutulur. Uğradığı tecavüzler sonucunda bir oğlu olan Ma, Jack beş yaşına gelinceye dek ona küçücük bir odada kocaman bir dünya verir. Ancak Jack büyüdükçe o odadan kaçmaları için riskli bir plan yapmaları gerekir. Unbroken (2014) Amerikalı Louis Zamperini bir uzun mesafe koşucusudur. 1940 yılında Zamperini Tokyo’daki Olimpiyat oyunlarında favori isimlerden biridir. Fakat o yıl Olimpiyatlar II. Dünya Savaşı’nın patlak vermesi nedeniyle iptal edilir ve Zamperini gönüllü olarak savaşa katılır. İçinde bulunduğu savaş uçağı Pasifik’e çakılınca iki silah arkadaşıyla hayatta kalmayı başarır ve kırk yedi gün boyunca okyanusta yaşam mücadelesi verir. Artık ölüme yattıkları bir gün bir mucize olur ve kazazedeleri nihayet bir gemi görür. Ne var ki bu gemi düşman Japon askerleriyle doludur. Okyanusta geçirdikleri zor günlerin ardından esir düşen askerler şimdi de işkence ile sınanmaktadır. Laura Hillenbrand’ın kaleme aldığı ‘Unbroken: A World War II Story of Survival, Resilience and Redemption’ adlı kitaptan uyarlanan filmin yönetmenliğini ikinci kez yönetmen koltuğuna oturan Angelina Jolie üstlenmiştir. Filmin oyuncu kadrosunda ise Jack O’Connell, Domhnall Gleeson ve Garrett Hedlund bulunmaktadır. Rescue Dawn (2006) Dieter Dengler Amerikan Hava Yolları’nda pilottur ve Vietnam Savaşı’nda kullandığı uçak vurularak düşürülür. Bir kampta esir olarak tutulan Dengler, orada bulunan başka savaş esirleriyle kamptan kaçmak için planlar yapar. Bu plana önceleri karşı çıkan esirler olmasına karşın düşman askeri tarafından öldürüleceklerini anladıklarında onlar da kaçış planına dahil olurlar ve bu ölüm kampından kurtulabilmek için her türlü tehlikeyi göze alırlar. Alman sinemacı Werner Herzog’un ilk Amerikan yapımı filmi olma özelliğini taşıyan filmin başrolünde Christian Bale vardır. Touching The Void (2003) İki genç dağcı Simon ve Joe, 1985 yılında çıkılmasına imkânsız gözüyle bakılan ve Peru’da bulunan Siula Grande zirvesine doğru tırmanışa geçerler. Günler süren zorlu etabın sonunda zirveye ulaşan dağcılardan Joe dönüş yolunda düşerek bacağını kırar. Simon ise dostunu yarı yolda bırakmaz ve ona bir ip bağlayarak dönüş yoluna beraber devam eder. Fakat Simon’un bir noktada çok zor bir karar alması gerekir. Joe bir kez daha kurtarılması imkânsız bir pozisyona düştüğünde Simon’un ipi kesmekten başka çaresi kalmaz. Arkadaşının ölümünü kabul eden Simon dönüşe devam ederken, Joe’nun ölüm kalım savaşı ise mucizevi şekilde düştüğü yerden bir kez daha sürmeye devam eder. Joe Simpson’ın kitabından uyarlanan filmin yönetmenliğini Kevin Macdonald’ın üstlenirken başrollerinde Brendan Mackey ve Nicholas Aaron yer almıştır. Against The Ice (2021) Kaptan Ejnar Mikkelsen, 1909 yılında Grönland’ın tek parçadan oluşan bir ada olduğunu kanıtlamak için ekibiyle birlikte Grönland’da Danimarka’ya bir keşif gezisine çıkar. Bir noktadan sonra mürettebatını gemiyle birlikte geride bırakan Mikkelsen, mürettebattan tecrübesiz biriyle birlikte yola kızakla devam eder. İki adam amaçlarına ulaşır ve Grönland’ın bir ada olduğuna dair kanıt bulmayı başarır, ancak tekrar gemiye geri dönmeleri hiç de kolay olmayacaktır. Grönland’ın soğuğu ile sınanan ikili sanrılar eşliğinde bir ölüm kalım savaşı verir. Filmin yönetmeni Peter Flinth iken oyuncular arasında Nikolaj Coster-Waldau, Joe Cole ve Charles Dance vardır. Solo (2018) Alvaro Vizcaino, Kanarya Adası’nda sörf yapmak için en güzel dalgaların olduğu sahili bulmaya giderken deniz kenarındaki kayalıklardan aşağı düşer. Onlarca metre aşağıya düşen Alvaro ağır şekilde yaralanır. Üstelik düştüğü yer ıssızdır ve sesini duyurabileceği kimse yoktur. Gündüz sıcakla geceyse soğukla mücadele eden Alvaro, bir de aldığı yaralarla birlikte açlığın ve susuzluğun etkisiyle sanrılar görmeye başlar. Alvaro’nun hayatta kalmak için doğanın acımasız koşullarının üstesinden gelmekten başka çaresi yoktur. Filmin yönetmenliğini Hugo Stuven üstlenmiştir. Oyuncular ise Alain Hernández, Leticia Etala ve Aura Garrido’dur. <p>The post Hayat Memat Meselesi: Hayatta Kalma Temalı Filmler first appeared on Fil’m Hafızası.</p> Son olarak The Northman‘i çeken Robert Eggers, bir sonraki uzun metrajlı filmi Nosferatu‘nun hazırlıklarını Prag’da sürdürüyor. F.W. Murnau‘nun Alman Ekspresyonist klasiği Nosferatu‘nun yeniden çevrimi olan filmin kadrosundaki isimler yavaş yavaş belli oluyor. Son olarak ekibe Bullet Train, Nocturnal Animals ve Anna Karenina‘dan bilinen Aaron Taylor-Johnson katıldı. Daha önce filmin kadrosunda Lilly Rose-Depp, Bill Skarsgård, Nicholas Hoult, Willem Dafoe, Simon McBurney, Emma Corrin ve Ralph Inseon‘ın olacağı açıklanmıştı. Eggers’ın yöneteceği Nosferatu, 19. yüzyıl Almanya’sında geçiyor. Film, lanetli genç bir kadın ile onu takip eden ve etrafına korku salan Transilvanyalı bir vampir arasındaki gotik bir hikâyeyi anlatıyor. Skarsgård vampiri, Depp ise genç kadını oynuyor. Ancak ekibe yeni dahil olan Taylor-Johnson ve diğer oyuncuların hangi rolleri canlandıracağı henüz açıklanmadı. Eggers filmin yapımcılığını Jeff Robinov, John Graham, Eggers, Chris Columbus ve Eleanor Columbus ile üstleniyor. Nosferatu‘nun Hazırlıkları Uzun Zamandır Sürüyor Robert Eggers, Bram Stoker‘ın Dracula‘sına dayanan 1922 korku filmini yeniden yapma arzusunu uzun zamandır dile getiriyordu. Filmle ilgili ilk adımlar 2016 yılında atıldı ancak film birçok kez ertelendi, oyuncu değişiklikleri yaşandı. Şimdi ise yönetmen hayalini kurduğu filmin hazırlıklarına yoğunlaşmış durumda. Eggers’ın filmi, 1922’de çekilen Nosferatu‘nu ilk yeniden çevrimi değil. 1979’da Alman yönetmen Werner Herzog tarafından yeniden beyaz perdeye aktarıldı ancak film başarılı bulunmadı. Önünde iki örnek olan Eggers, Herzog’un sevdiği yönetmenlerden biri olduğunu ancak filminde bir şeylerin eksik olduğunu söyleyip devam ediyor: “Filmin benim için en iyi sekansı, Das Rheingold müzikleri ile kaleye gidilmesiyle. Bu sahne harika olsa da filmde mantıklı olup olmadığını bile bilmiyorum. Ama aynı zamanda Alman tarihi ve Alman sinema nedeniyle o filmi yapmak Herzog’un hakkıydı ve bu filmi yapması gerekiyordu.“ <p>The post Aaron Taylor-Johnson, Nosferatu’nun Kadrosuna Katıldı first appeared on Fil’m Hafızası.</p> Adını The Lighthouse (2019) ve The Witch (2015) gibi yapımlarla son zamanlarda iyice duyuran Robert Eggers 2017 yılından planlamaya başladığı Nosferatu remake’i için başrollerini seçti. 2017 yılında ilk adımları atılan proje zaman içinde sessizliğe gömüldü. Sinemaseverler 2019 yılında The Lighthouse‘un ardından Nosferatu ile ilgili umutlarını kaybettiler. Aslında projenin ilk planlanan aşamasında başrol oyuncusu olarak Anya Taylor Joy düşünülmüştü. Fakat projenin zamanlama olarak sarkması ve Joy’un yoğunluğu yüzünden başrol, başarılı oyuncu Lily-Rose Deep‘in oldu. İkonik Kont Orlok karakterini canlandıracak oyuncu ise It (2017) filmiyle tanıdığımız Bill Skarsgard oldu. İzleyiciler şimdiden bu ikilinin performansını ve Eggers’in remake’ini izlemek için çok heyecanlı. Robert Eggers, 2015’te The Witch’i tamamlamasından bu yana geliştirilmekte olduğu filmi hem yazıp hem yönetecek. Jeff Robinov, John Graham, Robert Eggers, Chris Columbus ve Eleanor Columbus yapımcılar olacak. Son Yüzyılın En iyi Korku Filmi Olan Nosferatu Ana Senaryoya Uygun Olacak Şekilde Robert Eggers Tarafından Yeniden Çekiliyor! Nosferatu, F.M.Murnau imzalı 1922 yapımı kült bir korku filmidir. Robert Eggers, bu filme ve Murnau‘ya olan hayranlığını bir çok yerde dile getirmiştir. Kendisi bu filmin onun için çok kişisel ve önemli olduğunu söylüyor. Robert EggersNosferatu için F.W. Murnau‘nun Dracula uyarlamasının ikinci remake’i olacak ve ilki Werner Herzog’dan başkasından gelmeyecek diye belirtiyor. Orijinal filme benzer şekilde Nosferatu’nun hikayesi, Transilvanyalı bir vampir tarafından takip edilen genç bir kadına odaklanan bir gotik saplantı hikayesi olacak. Orijinal film 100 yıl önce 1922’de Nosferatu,Bir Dehşet Senfonisi adıyla gösterime girdi ve o zamandan beri tüm zamanların en etkili filmlerinden biri, bir korku başyapıtı olarak kabul edildi. <p>The post Bill Skarsgard Ve Lily-Rose Deep Nosferatu Filminin Başrol Oyuncuları Oldu! first appeared on Fil’m Hafızası.</p> Festen, Dogma 95 akımını resmi olarak başlatan filmdir. Thomas Vinterberg’in de erken dönem filmlerinden biri olan Festen, 1998 Cannes Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’ne layık görülmüştür. Film, babalarının altmışıncı yaş gününü kutlamak üzere bir kır evinde toplanan bir ailenin nasıl parça parça yıkıldığını ve geçmiş travmalarının ne şekilde gün yüzüne çıktığını sergiler. Vinterberg, kutsal ve parçalanmaz kabul ettiğimiz aile bağlarımızın aslında çıkar ilişkisine dayalı palavralardan da ibaret olabileceğinin dehşetini hissettirir. Fransız yazar André Gide’nin de Kalpazanlar adlı romanında bahsettiği üzere, hiçbir şey bizler için ailemiz, odamız ve geçmişimiz kadar tehlikeli değildir. Idioterne (1998)/Dogme #2 İkinci Dogma 95 filmi olan Idioterne, Lars von Trier yönetmenliğinde çekilmiştir. Bir Dogma 95 filmi olmanın yanı sıra, Lars von Trier’nin Golden Heart Trilogy olarak adlandırdığı, bu filme ek olarak Breaking the Waves (1996) ve Dancer in the Dark (2000) filmlerinden oluşan üçlemenin de ikinci filmi olma özelliğini taşımaktadır. Idioterne, bir grup gencin komünal bir düzen içerisinde kendi “aptalca” felsefi akımlarını oluşturmalarını konu alır. Bu felsefeye göre, herkes kendi içindeki aptala odaklanacak ve onu bulduğu noktada da gerçek benliğini bir kenara bırakıp toplum içerisinde zihinsel engelli gibi davranacaktır. Anti-burjuva ve anti-kapitalist başkaldırıyı bu tip sembolik bir anlatım ile simgeleştiren film, aynı zamanda modernitenin bizleri delilik ile nasıl ince ve kırılgan bir çizgiyle ayırdığına da dikkat çeker. Open Hearts (2002)/Dogme #28 Open Hearts, Susanne Brier’nin Dogma 95 külliyatına yaptığı katkısıdır. Başrollerinde Mads Mikkelsen, Nikolaj Lie Kaas ve Sonja Richter gibi sonradan meşhur olup dünyaya açılan birçok Danimarkalı oyuncu isim bulunmaktadır. 2003’te Danimarka’nın En İyi Film Ödülü’nü kazanmanın yanı sıra Toronto Uluslararası Film Festivali’nde de Eleştirmenler Ödülü’nü kazanmıştır. Open Hearts bize mutlu giden bir ilişkinin, partnerlerden birinin beklenmedik bir araba kazası sonucu felç kalmasıyla yıkılışını ve bu yıkımın her ikisi üzerinde yalnızca fiziksel değil, ruhsal boyutlardaki etkisini gösterir. Olgun ve minimalist sinematik dili sayesinde travmanın insan zihninde yıktıkları ile doğurduğu, beslediği ve yönlendirdiği duyguları da tıpkı hand-held kameranın titremesi gibi oradan oraya savrularak izleriz. Julien Donkey-Boy (1999)/Dogme #6 Öncesinde yalnızca İskandinav filmlerinin parçası olduğu Dogma 95 akımına ilk uluslararası katkı ABD’den gelmiştir. Harmony Korine yönetmenliğindeki Julien Donkey-Boy, şizofren olan ancak şizofren tanısı konmamış genç bir çocuk olan Julien’i ve onun sürekli karşı karşıya gelmek ve mücadele etmek durumunda kaldığı sorunlu ailesini konu alır. Baba rolünde ise bu filmde karşılaşmayı ummadığımız bir isim olan Werner Herzog bulunmaktadır. Toplumun ve ailenin, sanki şizofrenisi yokmuş gibi ya da bu bireyin kendi suçuymuş gibi davranmasına ve ondan yapmasını beklediği ve başarmasını umduğu beklenti ve sorumluluklar yerine getirilmediği zaman cehenneme dönüşen dünya hayatına kesikli montajlar arasından kısık gözlerle bakarız. Bizleri üzen, kendimizi Julien’e yakın hissetmemizdir. Yüksek ihtimalle şizofren olmadığımız halde Julien’in çektiklerini günbegün çekiyor oluşumuz tarifsiz bir hüzne kapı aralayacaktır. Mifune (1999)/Dogme #3 Mifune, Søren Kragh-Jacobsen’in Dogma 95 kuralları ile çekilmiş filmidir. Uluslararası birçok başarıya imza atan film, 49. Berlin Uluslararası Film Festivali’nde de Gümüş Ayı-Özel Jüri Ödülü’nü kucaklamıştır. Kariyeri için ailesini ve geldiği yeri terk eden Kresten’in, babasının ölüm haberini aldıktan sonra doğup büyüdüğü eve dönüşü ve hiçbir şeyi bıraktığı gibi bulamayışıyla şekillenir. Zihinsel engelli kardeşi ile olan ilişkisini düzeltmeye çalışırken, bir fahişe olan ancak kendini o hayattan kurtarmaya çalışan Liva da hayatlarına dahil olur. Geçmişten kaçmanın hiçbir zaman kolay olmadığını ve bir kuyruk misali sürekli peşimizde olduğunu, özünde birbirine benzeyen ancak bambaşka hayatlar süren insanların hayatlarının kesişmesi ve hepsinin kendi geçmişleriyle hesaplaşmalarını farklı duygular eşliğinde duyumsarız. Sanki bu bir trajedi değilmiş de yaz günü bir ağacın gölgesinde geçirilen neşeli bir öğleden sonrasıymış gibi izleriz. Mifune’de mutluluk aşktan mıdır, yoksa çaresizlikten midir bilinmez. Così x Caso (2004)/Dogme #35 Resmi olarak son Dogma 95 filmi olan Così x Caso, aynı zamanda İtalya’dan çıkan ikinci Dogma filmidir. Cristiano Ceriello’nun yönettiği film, sanki bütün bir film ekibi hayatları boyunca yalnızca bu film için bir araya gelmiş ve sonrasında bir daha hiç görüşmemiş gibidir. Così x Caso’daki hemen hemen hiçbir oyuncunun bu film haricinde neredeyse herhangi bir tecrübesi bulunmamaktadır. Ancak film, bunu hissettirmemeyi ustalıkla becerir. İşsizlik ile mücadele eden Cristiano, otistik kardeşine yardımcı olabilmek ve sesini duyurabilmek için bir TV programına katılmaya karar verir. Ancak bu esnada, kardeşi Lucio kaçar ve yıkıcı bir ayrılık ile mücadele eden Flaviana ile tanışır. Film, ön planda Lucio’nun saflığını ve zekasını onu acındırmadan betimlese de, 2000’lerin başında İtalya’nın geçirdiği ekonomik kriz ve işsizlik sorununa da büyük oranda odaklanır. Bunu da, alışık olmadığımız bir biçimde, sorunu toplumsal bir acı olmaktan çıkarıp bireysel bir acıya indirgeyerek yapar. The King is Alive (2000)/Dogme #4 Bir diğer Danimarkalı yönetmen olan Kristian Levring’in Dogma 95 filmi The King is Alive adeta bir prova belgeseli gibidir. Gece çölde seyahat eden bir otobüs sekansı ile açılan film, bir otobüs dolusu yolcunun çölde mahsur kalmaları ve hayatta kalmak için aralarından bir gönüllüyü en yakın kasabaya yollayıp yardım getirmesi için beklemeleriyle devam eder. Bu bekleyiş esnasında da Plato’nun filozof-kral tasvirini andıran ve David Bradley’nin hayat verdiği yazar karakter önderliğinde Shakespeare’ın Kral Lear oyununu canlandırmaya karar verirler. İlk başta bu fikre tereddütle yaklaşan herkes, erzakları azaldıkça ve sağlıkları bozuldukça oyuna daha da fazla bağlanırlar. Fark ederler ki kendi içlerindeki ve aralarındaki çatışmalar ile bozuk ilişkileri aynı birer Shakespeare trajedisidir. Filmde yer yer Macbeth ve Othello gibi başka Shakespeare oyunlarına da göndermeler yakalamak mümkündür. “Dogma 95 Neydi? Ne Değildi?” <p>The post Alışılmışa Meydan Okuyan Ferman: Dogma 95 Filmleri first appeared on Fil’m Hafızası.</p> Fireball: Visitors from Darker Worlds, önümüzdeki ay Apple TV+’da izleyiciyle buluşacak. Fireball dışında birçok ödüllü ve yeni belgesel de platformda yer alıyor. Platform, Spike Jonze imzalı Beastie Boys Story ve yakın zamanda eklenen Dads ve Boys State adlı belgesel yapımlarıyla ödül sezonunda başarı yakaladı. <p>The post Werner Herzog İmzalı Fireball Belgeselinden Fragman Yayınlandı first appeared on Fil’m Hafızası.</p> 1991 yılında “Köln Konferansı” olarak başlayan uluslararası film ve televizyon festivali olan Köln Film Festivali; yılın en iyi uzun metrajlı filmleri, dizileri ve belgesellerini ödüllendirecek. Pandemi her ne kadar zorluk çıkarsa da koronavirüs sürecinin en başından itibaren festival organizatörleri etkinliğe devam etmek istedi. Nitekim Almanya’da vaka sayılarının azalmasıyla birlikte festival de amacına ulaştı ve Avrupa’nın fiziksel olarak gerçekleştirilen, çevrim içi ortama taşınmayan ilk festivallerinden biri oldu. Bu yılki festival resmi olarak 30. yıl dönümünü kutlayacak olsa da etkinlik aslında bu yazın başlarında HBO’nun “The Wire“; Werner Herzog‘un 1999 tarihli belgeseli “My Best Fiend“; Michael Winterbottom‘un “24 Hour Party” gibi dizileri ve filmleri içeren retrospektif gösterimlerle başladı. 30. Köln Film Festivali’nin Seçkisi Dikkat Çekiyor “Tereddütü” ana tema olarak kabul eden festivalin en iyi sinema kurgu seçkisi dikkat çekiyor. Bu yılın En İyi Sinema Kurgu seçkileri arasında Todd Haynes imzalı, başrolünü Mark Ruffalo‘nun oynadığı çevre draması “Dark Waters”; Elisabeth Moss‘un romancı Shirley Jackson rolünde oynadığı Josephine Decker’in biyografik filmi “Shirley”; Thomas Vinterberg’in yönettiği “Another Round” filmleri yer alıyor. Dünya çapında kendi türünde en iyi katılımın sağlandığı festival olarak kabul edilen Köln Film Festivali’nin direktörü Martina Richter, pandemiye rağmen bu yıl 20 binden fazla ziyaretçi geleceğini umuyor. Koronavirüs tedbirlerine sıkı bir şekilde uyduklarını söyleyen Richter; insan kalabalığının artmasını önlemek ve her gösterimden sonra sinemaların dezenfekte edilmesine izin vermek için tüm gösterimlerin başlama saatlerinin ayarlandığını da ekledi. Festivalin pandemiden dolayı izleyicilerin sinemaya gitme korkusunu yitirmesine yardımcı olacağını belirten Richter; “50’den fazla fiziksel gösterimle, Temmuz ayından bu yana Köln sinemalarında ve açık havada yıldönümümüzü kutluyoruz ve çok iyi karşılanan korona zamanlarında şehre gerçekten eşsiz bir kültürel teklif getiriyoruz.” dedi. Kaynak:Variety <p>The post 30. Köln Film Festivali’nin Sinemaya Gitme Korkusunu Gidermesi Bekleniyor first appeared on Fil’m Hafızası.</p> 45. si gerçekleşecek olan Toronto Film Festivali, bu yıl programında yer alacak filmleri duyurdu. 10 – 19 Eylül tarihleri arasında gerçekleşecek olan festival, bu yıl sadece 50 filmin gösterimine ev sahipliği yapacak. Salonlarda seyirci katılımıyla gerçekleşecek gösterimlerin yanı sıra, filmler çevrim içi olarak da gösterilecek. Festivalde sinema endüstrisinin farklı kollarından insanların katıldığı “film market” etkinlikleri ve basının katıldığı toplantılar bu yıl festivalde yer almayacak. Spike Lee imzalı ”American Utopia” ile açılışın yapılacağı festival programında Toronto’da izleyiciyle buluşacak filmler arasında; Danimarkalı yönetmen Thomas Vinterberg’in ”Another Round”, Frederick Wiseman’in yeni belgeseli ”City Hall”, Frances McDormand’ın başrolde yer aldığı ve prömiyerini 11 Eylül’de Venedik Film Festivali‘yle eş zamanlı olarak yapacak olan Chloé Zhao’nun yeni filmi ”Nomadland”, Thomas Vinterberg ve Mads Mikkelsen’ı yeniden bir araya getiren ”Druk”, Halle Berry’nin yönetmen olarak imzasını taşıyan ve başrolü de üstlendiği ”Bruised” ve Japon sinemasının usta yönetmeni Naomi Kawase’nin ”Asagakuru” gibi dikkat çekici yapımları yer alıyor. Festival programında yer alacak 50 filmin tam listesi ise şu şekilde; 180 Degree Rule / Farnoosh Samadi 76 Days Hao Wu /Anonymous, Weixi Chen Ammonite / Francis Lee Another Round(Druk) / Thomas Vinterberg Bandar Band / Manijeh Hekmat Beans / Tracey Deer Beginning (Dasatskisi) / Dea Kulumbegashvili The Best is Yet to Come (Bu Zhi Bu Xiu) / Wang Jing Bruised / Halle Berry City Hall / Frederick Wiseman Concrete Cowboy / Ricky Staub David Byrne’s American Utopia / Spike Lee The Disciple / Chaitanya Tamhane Enemies of the State / Sonia Kennebeck Falling / Viggo Mortensen The Father / Florian Zeller Fauna / Nicolás Pereda Fireball: Visitors from Darker Worlds / Werner Herzog, Clive Oppenheimer Gaza mon amour / Tarzan Nasser, Arab Nasser Get the Hell Out (Tao Chu Li Fa Yuan) / I-Fan Wang Good Joe Bell / Reinaldo Marcus Green I Care A Lot / J Blakeson Inconvenient Indian / Michelle Latimer The Inheritance / Ephraim Asili Lift Like a Girl (Ash Ya Captain) / Mayye Zayed Limbo / Ben Sharrock Memory House (Casa de Antiguidades) / João Paulo Miranda Maria MLK/FBI / Sam Pollard The New Corporation: The Unfortunately Necessary Sequel / Joel Bakan, Jennifer Abbott Night of the Kings (La Nuit des Rois) / Philippe Lacôte Nomadland / Chloé Zhao No Ordinary Man / Aisling Chin-Yee, Chase Joynt Notturno / Gianfranco Rosi One Night in Miami / Regina King Penguin Bloom / Glendyn Ivin Pieces of a Woman / Kornél Mundruczó Preparations to Be Together For an Unknown Period of Time (Felkészülés meghatározatlan ideig tartó együttlétre) / Lili Horvát Quo Vadis, Aïda? / Jasmila Žbanić Shadow In The Cloud / Roseanne Liang Shiva Baby / Emma Seligman Spring Blossom / Suzanne Lindon A Suitable Boy / Mira Nair Summer of 85 (Été 85) / François Ozon The Third Day / Felix Barrett, Dennis Kelly Trickster / Michelle Latimer True Mothers (Asa Ga Kuru) /Naomi Kawase Under the Open Sky (Subarashiki Sekai) / Miwa Nishikawa Violation / Madeleine Sims-Fewer, Dusty Mancinell Wildfire / Cathy Brady <p>The post 45. Toronto Film Festivali’nde Yer Alacak Filmler Açıklandı first appeared on Fil’m Hafızası.</p> El değmemiş toprakların, dünyanın farklı bölgelerine yayılan iklim tiplerinin ve doğanın kendi işleyişine ayak uyduran milyonların öyküsü Baraka, hiç dokunulmayan ve müdahale edilmemiş olanın güzelliğini perçinliyor. Yönetmenliğini Ron Fricke’nin üstlendiği, Montreal Dünya Filmleri Festivali’nde büyük ses getiren ve FIPRESCI Ödülü’nün sahibi olan deneysel belgesel filmi Baraka(1992), izleyiciyi dünyanın farklı coğrafyalarında yeşeren birbirinden özel kültürlere, doğanın kucağındaki eşsiz yaşam alanlarına doğru büyüleyici bir yolculuğa çıkarıyor. Çekimleri yaklaşık on dört ayda tamamlanan film, altı kıtaya yayılmış ve 2012 yılında gelen devam filmi Samsara ile en başarılı doğa belgeselleri arasındaki yerini almıştır. Arapça’daki kelime karşılığı kutsanma olan Baraka, anlamına yakışır biçimde insanlığın dünya üzerinde yüzyıllardır süren hayatta kalma mücadelesini dışarıdan hiçbir müdahaleye yer vermeyecek biçimde duru ve samimi; adeta Tanrı’nın elinden çıkan sessiz bir dokunuşun öyküsünü anlatır gibi beyaz perdeye taşıyor. Belgesel 70 mm formatında çekilmesiyle bir ilki temsil ederken; filmin birbirinden etkileyici müzikleri Ciro Hurtado, David Hykes, Michael Stearns, Inkuyo, Subramaniam ve Dead Can Dance tarafından bestelenmiştir. Baraka, kadrajını kâh Asya-Pasifik’teki yağmur ormanlarına kâh Latin Amerika’da güneşin kasıp kavurduğu kurak topraklara çeviriyor ve heyecanını bir an olsun yitirmeyen gizemli anlatımıyla doğanın tüm vahşi yanlarını pürüzsüz bir bakışla gözler önüne seriyor. Film dış dünyaya kapalı, kendi korunaklı sınırları içerisinde yaşamaya alışkın ilkel kabilelerin hayat tarzlarını tüm çıplaklığıyla sergilerken; bu gerçekliğin tam karşısında yükselen heybetli medeniyetin aceleci ayak seslerine yer vermeyi de ihmal etmiyor. Farklı kültürlerin iç içe geçmiş doğal sentezini doğanın sahiplenici atmosferi altında birleştiren Baraka, bu gezegenin aslında hepimize ait olduğunu ve birbirimizden habersiz, yüzlerce kilometre ötede, çok farklı şartlar altında yaşarken bizi birleştiren ortak şeyin büyük insanlık paydası olduğunu da ispatlamış oluyor. El değmemiş toprakların, dünyanın farklı bölgelerine yayılan iklim tiplerinin ve doğanın kendi işleyişine ayak uyduran milyonların öyküsü, seyircinin zihninde “Hiç dokunulmayan ve müdahale edilmemiş olanın” güzelliğini perçinliyor. Öte yandan Fransa, İtalya gibi Avrupa medeniyetinin bel kemiği sayılan ülkelere yapılan yolculuklar, insan eli vasıtasıyla inşa edilen büyük kentlerin, meydanların ve sanat eserlerinin ne denli büyük müdahaleler sonucu ortaya çıkmış olduğunu bir kez daha kanıtlıyor ve beşerî olanla doğal arasındaki çatışmanın da alevlenmesi yolunda, kazananı belirsiz bir tartışmanın başlamasına ön ayak oluyor. İnsan eliyle türetilen endüstriyel sorunları ve modern dünyanın çelişkili yapısından kaynaklanan açmazları cesur bir üslupla ortaya koymaktan geri durmayan belgesel, yeryüzünün misafirlerinin sarsıcı öyküsüne tanıklık etmek isteyenler için mutlaka izlenmesi gereken filmler arasında ilk sıralara yerleşiyor. Elif Düşova Doğaya Adanmış Bir Şiir: Ashes and Snow (2005) Balinalar şarkı söylemiyor, çünkü bir cevapları var. Şarkı söylüyorlar, çünkü bir şarkıları var. Ne önemlidir, sayfada yazılı olan değil; önemli olan, gönülde ne yazılı olduğudur. İnsanı ve doğayı birbirinden ayrı tuttuğumuz modern çağda, yaşama olan duyarlılığımızı gün geçtikçe yitirdik. Bütünün parçası olmanın mutluluğunu bir kenara bırakarak, büyük şehirler içinde etrafımıza koca duvarlar ördük. Doğanın renklerini beton grisine, hayvan seslerini şehrin gürültüsüne, toprağın izlerini sembollere tercih ettik. Doğaya göre şekil almaktansa ona kendimize göre bir şekil vermeye çalıştık. Şehir canlıları olarak ufkumuzu belki çok uzaklara taşıdık; ancak, bakış açımızı televizyon ekranımız kadar genişletebildik. İnsanoğlunun ait olduğu yerin doğa olduğunun altını çizen Ashes and Snow, tüm canlılarla uyum içinde yaşamaya duyulan özlemin lirik bir ifadesini sunuyor. Fotoğraf sanatçısı Gregory Colbert’in mistik yolculuğunun bir ürünü olan belgesel, farklı coğrafyalardan görsel kesitlerle, insanın doğayla ve hayvanlarla olan bağını gözler önüne seriyor. Sanatçının on yıl boyunca sekiz farklı ülkede yaptığı fotografik çalışmalarının yer aldığı eserde, anlatıcı olarak Laurance Fishburne önemli bir görev üstleniyor. Canlıların, doğanın ezgisi içinde bir nota, insanın ise bu şarkıya sırtını çeviren bir müzisyen olduğunu düşünen Colbert, harmoni içinde yaşamaya dair umudunu, benzersiz şiirsellikteki kompozisyonlarla ifade ediyor. Fillerin, balinaların, çitaların, kuşların ve daha birçok canlının oluşturduğu ahenkli bütünlüğü, kelimelerin gücünü ve görüntünün cazibesini bir araya getirerek sunuyor. Belgeselin yapım sürecinde birçok ülke gezen ve sayısız kültürü yakından tanıma fırsatı bulan yönetmen, insan ve hayvan arasındaki şiirselliği herhangi bir dijital müdahaleye başvurmadan, arı bir gerçeklikle ele alıyor. Sanatçı, kendisinden sonrakilere ilham kaynağı olabilecek nitelikte son derece zengin, görsel bir şahesere imzasını atıyor. Ashes and Snow; zaman algısını yavaşlatarak; bir kuşun kanadındaki kıvrımı, bir kedinin tüylerini hareket ettiren rüzgârı, balinaların şarkısını, fillerin derisi içindeki her bir ayrıntıyı hissetmemizi sağlıyor. Okyanusun derin sularında, yanında huzuru bulduğumuz bir hayvanın nefes alış verişinde, bir çölün ufka uzanan çizgilerinde, bize evimizin neresi olduğunu sorgulatıyor. Hem doğayla hem de kendisiyle nedensiz bir savaşa girişen insana, dünyevi ideallerinden sıyrılıp tüm varlığı ile doğaya teslim olması gerektiğini ve doğanın rastlantısal düzeni içindeki önemli yerini gösteriyor. Üstelik bunu da eşine pek rastlayamayacağımız güzellikte bir görsellikle ve cömertçe ifade ediyor. Mehmet Neşet Turgut Dünya’nın En Sessiz Noktasında: Encounters At The End Of The World (2007) Ulusal Bilim Vakfı’nın davetiyle Antartika’ya gelsem de, penguenlerle ilgili yeni bir film ortaya koymayacağımdan emindim. Aklımdaki sorular yalnızca doğa ile ilgiliydi. Fitzcarraldo (1982) ve Aguirre, the Wrath of God (1972) gibi filmleriyle tanınan yönetmen Werner Herzog, ayıların dünyasında yaşamayı seçen hayatlardan Chauvet Mağarası’nın duvarlarındaki insan hikâyelerine kadar, birçok farklı alanda ve mekânda, kendine has bir perspektifle yaşamın gerçekliğini anlatan elliden fazla belgesele imza atmıştır. Yönetmenin 2007 yapımlı belgeseli Encounters At The End Of The World, Herzog’un sübjektif tarzından nasibini alarak odağını Antartika’nın yalnızca doğasına değil; onunla baş başa kalan insanına da çevirir. Sinematograf Peter Zeitlinger’in katkılarıyla bölgenin görsel zenginliklerini seyirciyle buluşturan belgesel, Herzog’un kendi deyişiyle Antartika’nın sevimli penguenlerinden ziyade, sıra dışı habitatı içerisinde yaşayan insanların kendilerine kurduğu yaşam mücadelesini konu alır. Zoologların, buzulbilimcilerin, yanardağ uzmanlarının, gezginlerin, kısacası dünyanın sonunda bir şekilde bir araya gelip buradaki çetin koşullar içerisinde hayatına devam eden insanların öykülerini birleştiren Herzog, filmde bir anlatıcı olarak görev alır ve yaptığı röportajlarla ekstrem dünyanın kapısını aralar. İnsan doğasıyla doğa ana arasındaki bağı göz önüne seren belgesel, donmuş Gül Denizi’nden bölgeyle ilgili bilimsel araştırmalar yürüten McMurdo İstasyonu’na, fok balığı kampından okyanusun en derinlerine, kendi yönüne giden penguenlerden Erebus Dağı’na bir yolculuk niteliğindedir. Ulusal Bilim Vakfı’nın davetiyle Antartika’ya gelen Herzog, kendine ait bir bowling hatta yoga salonu olan, içerisinde ATM bile bulunan McMurdo İstasyonu’nu ve oraya mesleki hayallerinin peşinden gelen insanları şaşkınlıkla hikâyeleştirmektedir. Antartika’da bir doğa endüstrisi oluşmuş, doğanın içinde insanların farklı amaç ve hayallerle kendilerini konumlandırdığı bir ortam kurulmuştur. Herzog’un kafasındaki esas soru, her konuştuğu insanda aynıdır: “Antartika’ya onları ne çekmiştir?” Antartika’da bütün kapıların ardında farklı bir yaşanmışlık vardır. Kafalarına kova geçirerek hayatta kalma kampında vakit geçirenler, çanta performansıyla maceralarını anlatan gezginler, tıpkı kolonisinin gittiği yönün tersine, ölüme gider gibi burnunun dikine ilerleyen penguenler gibi farklılığın peşinde, dünyanın en ücra noktalarından birinde, buzun üzerinde yürürken kendi kalp atışlarını duyabildikleri bir sessizlikte, yaşamı seyretmektedir. Herzog’un eşsiz doğa manzaraları sunduğu belgeselleri arasında yer alan Encounters At The End Of The World, 2009’da “En İyi Belgesel” Oscar’ına aday gösterilmiştir. Yağmur Baki İlham Verici Bir Serüven: Monkey Kingdom (2015) Ormanda gizlenmiş terk edilmiş bir şehir uzanmakta. Bir zamanlar buralara hükmeden krallar çoktan gitmişler. Bu günlerde, buralarda yeni bir hanedan bulunmakta. Ancak bu seferki orman kanunları tarafından yönetilmekte… Mark Linfield ve Alastair Fothergill’in yönetmenliğini yaptığı, Tina Fey’in ise anlatıcı senaryosunu yazdığı ilgi çekici ve komik Monkey Kingdom (2015), adeta bir film tadında izleyiciyle buluşuyor. Görsel olarak inanılmaz sahnelere yer verilen belgesel, hikâye açısından da oldukça tatmin edici. Sri Lanka’nın tropik ormanlarında çekilen ve rekabetçi bir hiyerarşik düzen içinde yaşayan yaklaşık elli makak maymunundan oluşan kabileyi anlatıyor. Maya adında bir maymun, yeni doğan oğlu Kip’i yaşatmak ve ona güzel bir gelecek sunmak için yiyecek bulmak zorundadır. Hiyerarşik düzen içerisinde karnını doyurmak için şanslıysa diğerlerinin artıklarıyla beslenen Maya, kendisine kalan birkaç parça ile yeterli süt elde edemediği için sınırları zorlayarak ve tehlikelere göğüs gererek oğlu adına mücadele eder. Olanaksızlıklar içinde olanak yaratan maymun, her şeye rağmen hayatta kalmanın ne demek olduğunu bildiği için, bir gün başka bir sürü tarafından evlerinden kovulan kabilesine öncülük etmeyi ve bilinmedik bir çevrede ne yapacağını şaşıran diğerlerine yardımcı olmayı görev edinir. Bu görevi sorunsuzca yerine getiren Maya, kabilesiyle beraber yeterli gücü toplayınca evlerini geri almak için diğer maymun sürüsüyle yüzleşir. En sonunda kazanan taraf Maya’lar olur ve evlerine geri yerleşen kabilenin artık başka bir alfa erkeği vardır. Maya da bu zaferin ardından bir anda hiyerarşinin en üst noktasına çıkmıştır. Artık oğlu Kip ve yeni doğan kızı için gelecek kaygısı taşımamaktadır. Çekimlerin yaklaşık üç sene sürdüğünü söyleyen yönetmen, yalnızca bir maymun belgeseli yapmak yerine, onların hayatlarındaki dönüm noktalarını ve önemli anlarını hikâyeleştirerek anlatmayı tercih ettiklerini ve bu maymunların gerek yüzme kapasitelerinden, gerekse doğaya ayak uydurma biçimlerinden çok etkilendiklerini söylüyor. Makak maymunlarının her birinin kendine özel görünüşü ve kişiliği olduğunu da ekliyor. Belgesel daha çekici bir hâle getirilmek için yalnızca en masum sahneler konulmamış. Aksine gerçeği yansıtmak adına Maya’nın kendisinden üst düzeydeki maymunlar tarafından şiddet görmesini de, çocuğunun kaçırılmasını da, iki kabilenin çatışması sırasında ölen maymunu ya da timsah tarafından avlanan bir başkasını da gösteriyor. Buna rağmen tüm ailenin oturup izleyebileceği tatlılıkta olan yapım, annelik, birlik olma, feda etmek gibi temalar içeriyor. Eğitici olduğu kadar muhteşem sinematografisi ve doğanın güzelliğine ayırdığı hatırı sayılır sahneleriyle de izleyicide büyüleyici bir etki yaratıyor. Henüz insan eli değmemiş doğa, tüm ihtişamıyla karşımıza çıkıyor, kendi içerisinde yarattığı dengeyi nasıl koruduğuna hayret ettiriyor. Efsane Karayılanoğlu Toka Zirve Tutkusu: Everest (2015) Everest, kendini keşfetmek isteyen, sınırlarını zorlayan ve zincirlerinden kurtulmayı hedefleyen herkes için bir başyapıt özelliği taşır. Gerçek olaylardan esinlenilerek beyazperdeye uyarlanan Everest(2015), 1996 yılında zirve tırmanışı yapmak için hazırlanan iki ayrı dağcı grubunun hikâyesini konu alıyor. Ekip lideri Rob, henüz birkaç aylık hamile karısını geride bırakarak yola çıkar. Everest’in zirvesini görme fikri, onu en az baba olma güdüsü kadar hayata bağlar. Birçok ülkeden ve uyruktan yalnızca profesyonel insanların oluşturduğu ekip, Everest’in 8.848 metre yüksekliğindeki zirvesine kendi bayraklarını dikmek için hazırdır. Daha önce tırmanış deneyimi olan Douglas ve altı kez Everest’in zirvesini görmüş Yosuko da Rob’un takımında yer alır. Uzun bir yolculuk sonunda, ana kamp alanına varan dağcılar, gerekli eğitimleri tamamlayıp tırmanış için hazırlanırlar. Her iki grubun da ortak kesişimleri zirveye ulaşmaktır. Bu süreç, kimi için kendinden kaçmak, varlığını kanıtlamak ve dünyevi âlemde bir amaca tutunmak; kimi için ise başarılması zor bir hedefi gerçekleştirmekten ibarettir. İnsanın doğumundan ölümüne kadarki ömür çizgisinin sembolik bir detayı olarak ele alınan Everest, birçok kültürde zorlu mücadeleyi, ulaşılması zor bir hedefi ve insan kontrolünden çıkan durumların önem derecesini örneklendirmek için de kullanılan bir semantiktir. Yaklaşık kırk günlük serüvenin sonunda zirveye varmayı hedefleyen ekip liderleri Rob ve Scott, 10 Mayıs tarihinde tırmanışı tamamlayacaklardır. Ancak zorlu hava koşulları ve dağın biçimsel yapısı, planın işlemesinde aksaklıklar yaşatmaya başlar; çünkü bütün önlemlerin alınması, olası tahminlerin yürütülmesi ve profesyonel bir sürecin yönetilmesinin ötesinde, dağın kendi kuralları vardır. Büyük bir motivasyon, yaşam amacı ve yüzlerine umutlu gülümsemeler ile nihai hedeflerine ulaşmak için adım adım tırmanışa geçen dağcılar, dönüş yolunda beklediklerinden daha çetin bir süreçle mücadele etmek zorunda kalır. Olumsuz hava şartları ve beklenmedik şekilde patlak veren kar fırtınası, macera dolu tırmanış hazzını yaşam savaşına dönüştürür. Zirvenin birkaç kilometre güneyinde mahsur kalan Rob’u hayata bağlayan tek şey; doğacak kızını kucağına almak ve eşine dönmek için vermiş olduğu sözdür. Ancak dinmek bilmeyen bir kar fırtınası içinde hayatta kalmak için direnmesi gerekmektedir. Yayınlandığı yıl birçok dağcılık kulübü ve doğasever tarafından beğenilen filmlerin ilk sırasında yer alan Everest, kendini keşfetmek isteyen, sınırlarını zorlayan ve zincirlerinden kurtulmayı hedefleyen herkes için bir başyapıt özelliği taşır. Ayrıca, Everest yolunda hayatını kaybeden dağcılar için de anı niteliği taşımaktadır. Donmuş bedenleri hâlâ dağın çevresinde bulunmaktadır. İrem Yavuzer <p>The post Doğaya Saygı: Yeryüzünün Misafirleri first appeared on Fil’m Hafızası.</p> Herzog’un hikâyesinde, bir zamanlar halkındaki insanların kafalarını kaldırıp gözlerinin içine bakamadığı yerli bir prens ve yabancı diyarlardan yakalanıp ehlileştirilen bir köle vardır. Prens şimdi kendi dilini sömürgecilere çeviren bir aracıdır. Köle ise özgür olmayı arzular ve bu arzusunu efendileriyle aynı nesneye, El Dorado’ya bağlar. Prens ve köle tutsak insan mıdır? Yoksa kaçabilecekken kaçmayan, çünkü yapacak başka işi, gidecek başka yeri olmayan “uyumlu insan” mıdır? Güçsüzlüklerini saklamak için güç gösterisinden kaçınmaktalar mıdır? Onlardaki ciddiyet -bir tercüman ve bir hizmetkâr olarak- şimdi sahip oldukları statünün gücüne mi dayanır? Hikâyeye ve çaresizliklerine inanmaktalar mıdır? Kalabildikleri için mi kaçmazlar, kaçamadıkları için mi? Prensin ve kölenin ciddiyetlerinin ölümle kurduğu mesafe nedir? İnsanın ciddiyeti, rolünün gerektirdiği beklentilerin içinde tutsak olması mıdır? Bu tragedyayı izlerken Aguirre’nin bir yerde durumu değerlendirerek ilerlemekten vazgeçip geri dönmesini beklenebilir miydi? Ursua’nın gururlu sessizliğini bozarak sona doğru yaşamak için bir hamle yapmasını, şaibeli yargılama esnasında keşişin “haklı” olandan yana tavır almasını, Prens’in kaçmasını, İnez’in susmasını, bekleyebilir miydik? Hiçbir karakter için sunduklarından farklı bir rol, farklı bir kader yok gibi görünür. Sadakat (royalty), bu tragedyanın yapım ve bozum noktaları. Keşif ekibi olarak tüm topluluğun (Aguirre’nin, Armando’nun ve İnez’in); Ursua’ya, Ursua’nın Pizzaro’ya, Pizzaro’nun ve nihayet tüm ekibin Kraliyete (Royalty) olan bağlılık ilişkileri Aguirre’nin bu hiyerarşideki yerini reddetmesi ile bozguna uğrar. Şimdi yeni sadakat ilişkilerinin inşa edilmesi gerekecektir. Sal, deyim yerindeyse yüzen bir batık haline geldiğinde bile Aguirre’ye sadık kalan tek kişi, Perucho, Aguirre’den bile daha inançlı bir karakter portresi sunar. Aguirre’nin isyan ederek bozulan sadakat ilişkilerini yeniden kurmakta ihtiyacı olan korku atmosferi ve ardından gelen sorgusuz sessizlik, Perucho’nun itaatkârca döktüğü kan ile sağlanır. Oluşan yeni ilişkiler ağında, Aguirre’deki delirium ve Perucho’nun belirgin kötücüllüğü Ursua, İnez ve Armando üçgeninin oluştuğu tarafa seyirciyi yakınlaştırır. Anlatılarda oluş(turul)an bu tür yönlendirmelere direnmek yoruma neler vadedebilir? Çılgınlık ve cesaret arasında ince çizgi. Aguirre’yi akıldışılığın ucunda yaşayan, rasyonel zihin açısından sakat bir karakter olarak sunan eleştiri, mantığını elbette deneyimcilikte değil, nesnellik iddiası güden natüralist gözlemci düşüncede temellendirir. Bu sebepten son derece özneldir. Sadece deliliğin deneyimleyebildiği bir dünyaya olan küçümseme, dolayısıyla bu türden bir dünya görüşünün “ilerlemeciliğine” olan inançsızlık söz konusudur. Kendi bedenini bile dik tutamayan kaypak bir kişilik olarak Aguirre gerçekçi bir gelecek vadetmez. Anlaşılan o ki, Aguirre’yi sallanıp duran bir sarhoş gibi oynayan Kinski’ye ve onu sanrı gören bir çılgın olarak “böyle” yazan Herzog’a göre de durum bundan farklı değildir. Aguirre’yi taraf seçen keşişin “din, her zaman güçlülerin tarafında kalarak yaşayabilmiştir” söylevi, Ursua’nın idamı ve ardından İnez’in de sahneden çıkışlarındaki suskun (v)eda ve şiirsel ton, tragedyanın kendi ‘merkez’ini hangi tarafın yanında kurduğunu da iyice belli eder. Öte yandan Aguirre’de (tıpkı yumruğunda ve dilinde gizlediklerini asla göstermeyen Ursua gibi) son ana kadar pes etmez. Herkes yılmışken o hala ayaktadır ve sahneyi işgal eden maymunları kendi ordusuna katmaya çalışmakla uğraşır: ‘Kimler benimle?’ (yerlem: 01:31:30). Bu iki karşıt kişiliğin ve kutbun benzeştiği ciddiyet, onları ve hikâyeyi iyinin ve kötünün ötesinde konumlamamızı gerektirir. Kimi seyirci taraf tutmaz. Oyunun başından beri zehirli oklarıyla saldırgan ve görünmez vahşiler olarak sunulan düşman yerlilerle ilk karşılaşma (yerlem: 00:59:10), topluluğun Aguirre’ye olan inancında bir kıpırdanma anı yaratır. Yerlinin boynundaki altın kolye alınır ve altının adresi sorulur. Karşılığında kutsal kitap verilir. Bu dönüm noktasından itibaren, içine düştükleri korku atmosferinin de etkisiyle başından beri isteksizce peşinden sürüklendikleri Aguirre’ye ve elbette Altın Diyarına olan inanç birden güçlenir. Aguirre’nin iç dünyası, onların da deneyimlemeye başladıkları bir gerçeklik haline gelir. Keşiş, imparator ve köle arasında geleceğe yönelik temennilerin paylaşıldığı diyaloglar (yerlem: 01:02:40) saf inancın hemen ardında yatan kötücüllüğü de sunar. Atın ciddiyeti ne ile ilgilidir? Ne tür bir anlam alanında dolanır? Absürt bir dekordan ibaret olarak uzun süre sahnede dolanan at, beklenmedik anlarda başlayan isyanı ile dönüştürücü bir karakter rolüne bürünür. Atın harcanması (yoksa gemiyi terk etmesi mi?) tragedyanın at ile temsil edilen karayla bağlantının kopup suya mahkûm oluşu sahneler. Aguirre, emrindeki insanların tüm geri dönüş umudunu yok etmeden ileriye gitmeye mahkûm bir topluluk yaratamayacağının bilincindeydi, oysa şimdi kendi hikâyesine kendisi de mahkûm olmuştur. Aguirre’nin bir generalden beklenen soğukkanlı iradesi ve rasyonel idaresi atın gidişiyle sona erer. Çıkış planı olmayan bu cepheden tek kurtuluş yolu hücumdur. Hedefe varmayı umarak bilinmeze ilerlemeye devam etmekten başka yol kalmaz (kâşifin kaderi). El Dorado’nun herkes için kader haline geldiği an atın ciddiyeti ile netleşir. İmparatorluğun sürüklendiği artık sahnedekilerce fark edilmektedir. İnsanın bulunduğu her mekân ve zaman güç istencinin yaşayıp yayılabileceği uygun ortamı devamlı yaratır. ‘Onun’ olduğu her yerde bir iktidar mücadelesi de kendini yeniden ve yeniden var eder. Bu tarihsel hikâyede her bir karakter çeşitli özellikleri bakımından yakın tarihteki ve günümüzdeki versiyonlarına bağlanabilir. Her birindeki bu çatışan soruları birleştirmeye gidilerek çelişkisiz hiçbir insanın veya rolün olmadığı, ciddiyetin, görev bilincinin, adanmışlıkların ve sadakat ilişkilerinin bu çelişkileri maskeleyip gizlediği de söylenebilir. En yüce yorum bile sorulacak soruların artık kalmadığı öte bir alan yaratmaz. Aguirre’nin imparatorluk ilan ettiği acınası bir sal üzerinde tarihin kendinden geçtiği bir sallanan sahne. Kader, insanlık ve onun kaygan medeniyeti üzerine kırmızı film şeridi. Aynayı tutan? Werner Herzog. Selahaddin Eyüp Tan <p>The post Aguirre (1972) : Ciddiyetle Sahnelenen Bir Fars Olarak Tarih first appeared on Fil’m Hafızası.</p> Sinema tarihinde tabuları yıkan yapımcı ve yönetmen Werner Herzog, bu kez kamerasını kendi kişisel dünyasında önemli bir yeri olan, gezgin yazar Bruce Chatwin’e çeviriyor. Chatwin 1989 yılında, beş yıl boyunca sürdürdüğü HIV mücadelesini kaybetmiş ve hayata veda etmişti. İkili o zamana kadar uzun süredir yakın arkadaşlardı ve yıllar geçmesine rağmen Herzog arkadaşına olan derin bağlılığını ve saygısını hiç yitirmedi. Bruce Chatwin hala İngiltere’nin en sevilen yazarlarından biri olarak gösteriliyor. Chatwin’in ufuk açıcı kitapları “The Songlines” ve “In Patagonia’’, bir zamanların gözde kitap türü gezi yazılarını yeniden canlandıran en önemli kitaplar arasında gösteriliyor. ‘’Nomad’’ ilk gösterimini 2019 yılında Tribeca Film Festivali’nde yapmış ve daha sonra birkaç festivalde daha gösterilmişti. Werner Herzog’un kişisel olarak çok önem atfettiği belgeseli ‘’Nomad’’dan ilk fragmanı aşağıda izleyebilirsiniz: https://filmhafizasi.com/wp-content/uploads/2020/03/nomad_trailer.mp4 <p>The post Werner Herzog Yeni Bir Belgesel ile Geliyor: ‘’Nomad’’ first appeared on Fil’m Hafızası.</p> 1994 İskoçya’sındaki iki arkadaşın, sıkıcı yaşamlarının en iyi gecesini yaşamak, yasa dışı bir çılgınlığa katılmak için her şeyi riske attıkları, Brian Welsh imzalı Beats, Belirsiz bir zamanda yaşayan bir adamın limonata satmaya çalışırken bildiği dünyayı değiştirdiği, José Luis Cuerda’nın Bir Zaman Sonra/Some Time Later‘ı, Çin’in en büyük bestecilerinden Xian Xinghai’nin gerçek hayat hikayesinden uyarlanan, Xierzati Yahefu’dan Besteci/The Composer, Juris Kursietis, Genç Letonyalı bir kasabın daha iyi bir hayat için gittiği Brüksel’de, Polonyalı bir suçlunun etkisi altına girmesini anlatan ve Cannes Film Festivali’nde “Director’s Fortnight” kategorisinde ses getiren Oleg, Sam de Jong’un, dansçı olma hayallerini sürdürürken kız kardeşlerini bir arada tutmak için sisteme karşı savaş yürüten bir genç kızı anlatan filmi Goldie seyirciyle buluşmaya hazırlanıyor. Bart Freundlich’in Kalküta’daki bir yetimhane müdürü ile bağışçısının farklı hayatlarını harmanlayan, Sundance Film Festivali’nde beğeni toplayan filmi Geçmişin Sırları/After The Wedding, tıbbi nakliye sürücüsü Vic, bir grup kabadayı, Rus bir boksör ve ALS’li genç bir kadını bir komedide toplayan Give Me Liberty / Bana Özgürlüğümü Ver, hemofili hastası bir çocuğa aşık olan genç Fernanda’nın hikayesini anlatan Ölümün Pençesinde / Sick, Sick, Sick, otizmli çocuk ve ergenlik çağındaki gençlerin eğitimciliğini üstlenen iki adamı temel alan, aynı zamanda festivalin açılış filmi olan The Specials, ve dünyanın yavaş yavaş yıkıma sürüklendiğine inanan genç bir adama odaklanan Parçacıklar / Particles da Dünya Sineması seçkisi kapsamında seyircilerini bekliyor. Usta oyuncu Gérard Depardieu ve kışkırtıcı Fransız yazar Michel Houellebecq, deniz suyu terapi merkezindeki buluşmalarını temel alan Su Terapisi / Thalasso filmi, kuruluş tarafından uygulanan sağlık rejimini sürdürmeye çalışırken, olayların hızla rutinlerini bozuşunu gözler önüne seriyor. Usta yönetmen Werner Herzog’un dünya prömiyerini 72. Cannes Film Festivali’nde yapan filmi Aile Saadeti LTD./Family Romance, LLC filmi ise genç bir kızın babasıymış gibi davranmak için işe alınan bir adamın hikayesini takip ediyor. Bu Belgeseller Çok Konuşulacak! 7. Boğaziçi Film Festivali’nde yılın önemli belgesellerinden bir seçki sunan Bi’ Dünya Belgesel bölümünde ise kült yönetmeni temel alan Andrey Tarkovsky: A Cinema Prayer / Andrey Tarkovsky: Sinemanın İzinde, Sundance Film Festivali’nde jüri özel ödül kazanan ve Makedonya’nın Oscar adayı olarak seçilen Bal Ülkesi / Honeyland, Dünya prömiyerini Karlovy Vary Film Festivali’nde yapan Ölümsüz/Immortal, Çok satan yazar Jordan Peterson’un hayatını anlatan Susturun Şu Adamı: Jordan Peterson’un Yükselişi / Shut Him Down: The Rise Of Jordan Peterson, Aboozar Amini imzalı Kabil, Rüzgarın Şehri/Kabul City in the Wind Oscar ödüllü Ron Howard’ın efsanevi opera sanatçısı Luciano Pavarotti’nin hayatını anlattığı biyografisi Pavarotti yapımları seyircilerin karşısına çıkacak. 21. Yüzyılın Kanayan Yarası Bu Seçkide! Mülteci hikayelerinin, göç ve yurtsuzluk temalarının konu edildiği Uzun Yürüyüş bölümünde ise ünlü sanatçı ve aktivist Ai Weiwei’nin Geride Kalanlar/The Rest, prömiyerini Toronto Film Festivali’nde yapan Kalpler ve Kemikler/Hearts and Bones ile Filistin kökenli Ürdünlü yönetmen Dina Naser’in Ürdün’deki üç Suriyeli mültecinin dört yılını takip ettiği Küçük Canlar/Tiny Souls yapımları seyircilerin beğenisine sunulacak. Uluslararası Boğaziçi Sinema Derneği ve İstanbul Medya Akademisi tarafından düzenlenen 7. Boğaziçi Film Festivali, bu yıl 18 – 25 Ekim 2019 tarihleri arasında gerçekleşecek ve gösterimler Atlas, Beyoğlu ve Kadıköy sinemalarında yapılacak. Kısa Film gösterimleri için tüm biletler 5 TL, uzun metraj filmler içinse tam biletler 12:00, 14:00 ve 16:30 seansları için 10 TL, 19:30 ve 21:30 seansları için ise 15 TL olarak satışa sunulacak. Öğrenciler için uzun metraj filmlerin biletleri tüm seanslarda 5 TL! <p>The post 7. Boğaziçi Film Festivali’nde Her Yelpazeden Film Var! first appeared on Fil’m Hafızası.</p> Her yılın Mayıs ayında düzenlenen ve bu yıl 72’ncisi düzenlenecek olan en prestijli festivallerden Cannes’da yarışacak filmler şu şekilde; Ana Yarışma Pain and Glory (Pedro Almodovar) The Traitor (Marco Bellocchio) The Wild Goose Lake (Diao Yinan) Parasite (Bong Joon-ho) Young Ahmed (Jean-Pierre Dardenne & Luc Dardenne) Oh Mercy! (Arnaud Desplechin) Atlantique (Mati Diop) Matthias and Maxime (Xavier Dolan) Little Joe (Jessica Hausner) Sorry We Missed You (Ken Loach) Les Miserables (Ladj Ly) A Hidden Life (Terrence Malick) Bacurau (Kleber Mendonça Filho & Juliano Dornelles) The Whistlers (Corneliu Porumboiu) Frankie (Ira Sachs) Portrait of a Lady on Fire (Céline Sciamma) It Must Be Heaven (Elia Suleiman) Sibyl (Justine Triet) Belirli Bir Bakış Invisible Life (Karim Aïnouz) Beanpole (Kantemir Balagov) The Swallows of Kabul (Zabou Breitman & Eléa Gobé Mévellec) A Brother’s Life (Monia Chokri) The Climb (Michael Covino) Joan of Arc (Bruno Dumont) A Sun That Never Sets ( Olivier Laxe) Room 212 (Christophe Honoré) Port Authority (Danielle Lessovitz) Papicha (Mounia Meddour) Adam (Maryam Touzani) Zhuo Ren Mi Mi (Midi Z) Liberte (Albert Serra) Bull (Annie Silverstein) Summer of Changsha (Zu Feng) Evge (Nariman Aliev) Yarışma Dışı The Best Years of Life (Claude Lelouch) Rocketman (Dexter Fletcher) Too Old to Die Young (ilk 2 bölüm) (Nicolas Winding Refn) Diego Maradona (Asif Kapadia) Belle Epoque (Nicolas Bedos) Özel Gösterimler Share (Pippa Bianco) For Sama (Waad Al Kateab & Edward Watts) Family Romance, LLC (Werner Herzog) Tommaso (Abel Ferrara) To Be Alive and Know It – (Alain Cavalier) Gece Yarısı Gösterimleri The Gangster, The Cop, The Devil (Lee Won-Tae) <p>The post 72. Cannes Film Festivali’nin Programı Açıklandı first appeared on Fil’m Hafızası.</p> Herzog Retrospektifi’nde izlenebilecek filmler, François Truffaut tarafından “yaşayan en önemli yönetmen” olduğu ileri sürülen Herzog‘un, başta Amerika olmak üzere tüm dünyadaki sinema anlayışını etkileyen eserlerinden oluşuyor. Werner Herzog, kariyeri boyunca aralarında Oscar, Emmy, BAFTA, Berlin UFF, Cannes FF, Locarno UFF, Venedik FF ve Sundance FF’nin de bulunduğu çeşitli önemli festival ve kurumdan pek çok ödül alan sıradışı bir yönetmen. 18-28 Nisan 2019 tarihleri arasında Kültür ve Turizm Bakanlığı desteğiyle yapılacak olan 30. Ankara Uluslararası Film Festivali kapsamında, Goethe Enstitüsü‘nün katkılarıyla gerçekleştirilecek. Herzog Retrospektifi’nde izlenebilecek filmler şunlar: Aguirre, Tanrının Gazabı / Aguirre, the Wrath of God / Aguirre, der Zorn Gottes: 1972 yapımı film, 16. Yüzyılda El Dorado’yu bulması için gönderilen bir keşif biriminin ve liderleri Don Aguirre’nin bu macera sırasında başından geçenleri anlatıyor. Klaus Kinski ve Werner Herzog’un beraber çalışmaya başladığı ilk film olarak dikkat çeken Aguirre, 1973 yılında Cannes Film Festivali’nde de büyük ses getirmişti. Film aynı zamanda Francis Ford Coppola’nın 1979 yapımı Apocalypse Now filmine de ilham vermiştir. 1976 Fransız Sinema Eleştirmenleri Sendikası; En İyi Yabancı Film / 1973 Alman Film Ödülleri; En İyi Görüntü Yönetmeni / 1976 Belçika Film Eleştirmenleri Birliği; En İyi Film / 1977 ABD Ulusal Film Eleştirmenleri Birliği Ödülleri; En İyi Görüntü Yönetmeni Stroszek: 1977 yılında hem Berlin hem San Sebastián hem de Toronto Uluslararası Film Festivali’nde gösterim yapan film, Berlinli üç kaybeden karakterin; bir sokak müzisyeni, bir fahişe ve tuhaf uğraşları olan yaşlı bir adamın; yeni bir hayat kurmak için Amerikan taşrasına yerleşmelerini anlatıyor. Wisconsin’e taşınan üçlünün hayatı hiç de bekledikleri gibi olmayacaktır. 1978 Alman Film Eleştirmenleri Birliği Ödülleri; En İyi Film / 1977 Taormina UFF; Jüri Özel Ödülü Woyzeck: Woyzeck, 1979 yılında Cannes Film Festivali’nde ilk kez gösterilerek Eva Mattes’in Marie rolündeki performansıyla En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Ödülünü almış ayrıca En İyi Film kategorisinde de yarışmıştır. Alman oyun yazarı Georg Büchner’in aynı isimli bitmemiş oyunundan uyarlanan film, akıl sağlığı çok yerinde olmasa da toplum içinde bir yer edinebilmiş bir asker, eş ve babayı anlatmaktadır. Komutanı çok sevdiği ailesiyle ilgili hiç de hoşa gitmeyecek şeyler söyleyince, delirir. 1979 Cannes FF; En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu, Alman Sinema Sendikası En İyi Film Ödülü. Nosferatu the Vampyre / Nosferatu: Phantom der Nacht: Film, hem Bram Stoker’ın 1897 tarihli romanı Dracula’nın hem de Dracula’dan esinlenen F. W. Murnau’nun Bir Dehşet Senfonisi’nin kaba bir uyarlamasıdır. Bir emlak satışı için Transilvanya’ya gönderilen Jonathan Harker’ın, yeni müşterisi bir vampirdir. İnsan kanıyla beslenen bu hortlak ölümsüzdür ve tek isteği huzura kavuşmaktır. Ancak Harker’ın karısının fotoğrafını görünce fikrini değiştirir ve gemiyle Almanya’ya doğru yola çıkar ama beraberinde felaketi de getirir. Film, Klaus Kinski ve Werner Herzog’un beraber çalıştığı ikinci film olma özelliğine sahip. 1979 Berlin UFF; En İyi Yapım Tasarımı / 1980 Sant Jordi Ödülleri; En İyi Yabancı Erkek Oyuncu / 1979 Alman Film Ödülleri; En İyi Erkek Oyuncu / 1980 Cartagena FF; En İyi Erkek Oyuncu Fitzcarraldo: 1982 yapımı film, Amazonlarda görkemli bir opera binası inşa etmek için her şeyi göze alan, bu uğurda bir gemiyi karadan yürütmeye çalışan Fitzcarraldo’nun hikayesini anlatıyor. Film aynı zamanda San Sebastián Uluslararası Film Festivalinden de OCIC Ödülünü almıştır. 1982 Cannes FF; En İyi Yönetmen / 1982 San Sebastián UFF; OCIC Ödülü / 1982 Alman Film Ödülleri; En İyi Film / Alman Art House Sinemaları Birliği; En İyi Alman Filmi Yeşil Kobra / Cobra Verde: 1987 yapımı Yeşil Kobra yönetmenin Klaus Kinski ile yaptığı son film olmasıyla öne çıkıyor. Film Bruce Chatwin’in Ouidah Naibi isimli romanından uyarlanmış. Haydut Yeşil Kobra, kölelerine sahip çıkması için bir adam tarafından işe alınır. Fakat patronu bir süre sonra haydut Yeşil Kobra’nın kızlarıyla ilişkisi olduğu şüphesine kapılır. Onu Afrika’ya yollamak ister. Film, gösterildiği yıl Berlin Uluslararası Film Festivali’nde de büyük ilgi görmüştü. 1988 Bavyera Film Ödülleri; En İyi Yapım, En İyi Ses <p>The post HERZOG’UN RENKLİ VE SIRADIŞI DÜNYASI 30. ANKARA ULUSLARARASI FİLM FESTİVALİ’NDE first appeared on Fil’m Hafızası.</p> BBC, 2015 yılında en İyi 100 Amerikan filmini sıraladığı bir liste hazırlamıştı. Üç senenin ardından BBC Kültür gözünü farklı coğrafyalara çeviriyor ve kırk üç ülkeden iki yüz dokuz eleştirmeni aynı çatı altında topluyor. Eleştirmenlerden sinema tarihinde İngilizce olmayan en iyi on filmi sıralamasını isteyen yayın kuruluşu kendilerine ulaşan listelerdeki filmleri ondan bire kadar puanlayarak altmış yedi yönetmenin, yüz farklı filmin yer aldığı bir liste elde etmiş. İşte İlk Yüze Giren Filmler Yedi Samuray (Seven Samuari – Akira Kurosawa, 1954) 2. Bisiklet Hırsızları (Bicycle Thieves – Vittorio de Sica, 1948) 3. Tokyo Hikayesi (Tokyo Story – Yasujirô Ozu, 1953) 4. Rashomon (Akira Kurosawa, 1950) 5. Oyunun Kuralı (The Rules of the Game – Jean Renoir, 1939) 6. Persona (Ingmar Bergman, 1966) 7. 8 1/2 (Federico Fellini, 1963) 8. 400 Darbe (The 400 Blows – François Truffaut, 1959) 9. Aşk Zamanı (In the Mood for Love – Wong Kar-wai, 2000) 10. Tatlı Hayat (La Dolce Vita – Federico Fellini, 1960) 11. Serseri Aşıklar (Breathless – Jean-Luc Godard, 1960) 12. Hoşçakal Cariyem (Farewell My Concubine – Chen Kaige, 1993) 13. M (Fritz Lang, 1931) 14. Jeanne Dielman, 23 Commerce Quay, 1080 Brussels (Chantal Akerman, 1975) 15. Pather Panchali (Satyajit Ray, 1955) 16. Metropolis (Fritz Lang, 1927) 17. Aguirre: Tanrının Gazabı (Aguirre, the Wrath of God – Werner Herzog, 1972) 18. A City of Sadness (Hou Hsiao-hsien, 1989) 19. Cezayir Bağımsızlık Savaşı (The Battle of Algiers – Gillo Pontecorvo, 1966) 20. Ayna (The Mirror – Andrei Tarkovsky, 1974) 21. Bir Ayrılık (A Separation – Asghar Farhadi, 2011) 22. Pan’ın Labirenti (Pan’s Labyrinth – Guillermo del Toro, 2006) 23. Jeanne D’arc’ın Izdırabı (The Passion of Joan of Arc – Carl Theodor Dreyer, 1928) 24. Potemkin Zırhlısı (Battleship Potemkin – Sergei M Eisenstein, 1925) 25. Yi Yi (Edward Yang, 2000) Cennet Sineması (Cinema Paradiso – Giuseppe Tornatore, 1988) 27. Arı Kovanının Ruhu (The Spirit of the Beehive – Victor Erice, 1973) 28. Fanny and Alexander (Ingmar Bergman, 1982) 29. İhtiyar Delikanlı (Oldboy – Park Chan-wook, 2003) 30. Yedinci Mühür (The Seventh Seal – Ingmar Bergman, 1957) 31. Başkalarının Hayatı (The Lives of Others – Florian Henckel von Donnersmarck, 2006) 32. Annem Hakkında Her Şey (All About My Mother – Pedro Almodóvar, 1999) 33. Oyun Vakti (Playtime – Jacques Tati, 1967) 34. Arzunun Kanatları / Berlin Üzerindeki Gökyüzü (Wings of Desire – Wim Wenders, 1987) 35. Leopar (The Leopard – Luchino Visconti, 1963) 36. Harp Esirleri (La Grande Illusion – Jean Renoir, 1937) 37. Ruhların Kaçışı (Spirited Away – Hayao Miyazaki, 2001) 38. A Brighter Summer Day (Edward Yang, 1991) 39. Yakın Plan (Close-Up – Abbas Kiarostami, 1990) 40. Andrei Rublev (Andrei Tarkovsky, 1966) 41. Yaşamak (To Live – Zhang Yimou, 1994) 42. Tanrıkent (City of God – Fernando Meirelles, Kátia Lund, 2002) 43. İyi İş (Beau Travail – Claire Denis, 1999) 44. 5’ten 7’ye Cléo (Cleo from 5 to 7 – Agnès Varda, 1962) 45. L’Avventura (Michelangelo Antonioni, 1960) 46. Cennetin Çocukları (Children of Paradise – Marcel Carné, 1945) 47. 4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün (4 Months, 3 Weeks and 2 Days – Cristian Mungiu, 2007) 48. Viridiana (Luis Buñuel, 1961) 49. İz Sürücü (Stalker – Andrei Tarkovsky, 1979) 50. L’Atalante (Jean Vigo, 1934) 51. Cherbourg Şemsiyeleri (The Umbrellas of Cherbourg – Jacques Demy, 1964) 52. Rastgele Balthazar (Au Hasard Balthazar – Robert Bresson, 1966) 53. Geç Gelen Bahar (Late Spring – Yasujirô Ozu, 1949) 54. Eat Drink Man Woman (Ang Lee, 1994) 55. Jules ve Jim (Jules and Jim – François Truffaut, 1962) 56. Chungking Express (Wong Kar-wai, 1994) 57. Solaris (Andrei Tarkovsky, 1972) 58. The Earrings of Madame de… (Max Ophüls, 1953) 59. Gel ve Gör (Come and See – Elem Klimov, 1985) 60. Le Mepris / Contempt (Jean-Luc Godard, 1963) 61. Sansho the Bailiff (Kenji Mizoguchi, 1954) 62. Touki Bouki (Djibril Diop Mambéty, 1973) 63. Spring in a Small Town (Fei Mu, 1948) 64. Üç Renk: Mavi (Three Colours: Blue – Krzysztof Kieślowski, 1993) 65. Ordet (Carl Theodor Dreyer, 1955) 66. Korku Ruhu Kemirir (Ali: Fear Eats the Soul – Rainer Werner Fassbinder, 1973) 67. Yok Edici Melek (The Exterminating Angel – Luis Buñuel, 1962) 68. Ugetsu (Kenji Mizoguchi, 1953) 69. Aşk (Amour – Michael Haneke, 2012) 70. Batan Güneş (L’Eclisse – Michelangelo Antonioni, 1962) 71. Happy Together (Wong Kar-wai, 1997) 72. Yaşamak (Ikiru – Akira Kurosawa, 1952) 73. Kameralı Adam (Man with a Movie Camera – Dziga Vertov, 1929) 74. Çılgın Pierro (Pierrot Le Fou – Jean-Luc Godard, 1965) 75. Gündüz Güzeli (Belle de Jour – Luis Buñuel, 1967) 76. Ananı Da! (Y Tu Mamá También – Alfonso Cuarón, 2001) 77. Konformist (The Conformist – Bernardo Bertolucci, 1970) 78. Kaplan ve Ejderha (Crouching Tiger, Hidden Dragon – Ang Lee, 2000) 79. Ran (Akira Kurosawa, 1985) 80. Los Olvidados / The Young and the Damned (Luis Buñuel, 1950) 81. Celine and Julie go Boating (Jacques Rivette, 1974) 82. Amélie (Jean-Pierre Jeunet, 2001) 83. Sonsuz Sokaklar (La Strada – Federico Fellini, 1954) 84. Burjuvazinin Gizemli Çekiciliği (The Discreet Charm of the Bourgeoisie – Luis Buñuel, 1972) 85. Umberto D (Vittorio de Sica, 1952) 86. La Jetée (Chris Marker, 1962) 87. Cabiria’nın Geceleri (The Nights of Cabiria – Federico Fellini, 1957) 88. Son Krizantemlerin Öyküsü (The Story of the Last Chrysanthemum – Kenji Mizoguchi, 1939) 89. Yaban Çilekleri (Wild Strawberries – Ingmar Bergman, 1957) 90. Hiroşima Sevgilim (Hiroshima Mon Amour – Alain Resnais, 1959) 91. Rififi (Jules Dassin, 1955) 92. Bir Evlilikten Manzaralar (Scenes from a Marriage – Ingmar Bergman, 1973) 93. Kırmızı Fenerler (Raise the Red Lantern – Zhang Yimou, 1991) 94. Arkadaşımın Evi Nerede? (Where is the Friend’s Home? – Abbas Kiarostami, 1987) 95. Ukigumo / Floating Clouds (Mikio Naruse, 1955) 96. Shoah (Claude Lanzmann, 1985) 97. Kirazın Tadı (Taste of Cherry – Abbas Kiarostami, 1997) 98. In the Heat of the Sun (Jiang Wen, 1994) 99. Küller ve Elmaslar (Ashes and Diamonds – Andrzej Wajda, 1958) 100. Puslu Manzaralar (Landscape in the Mist – Theo Angelopoulos, 1988) Listedeki bu yüz film yirmi dört ülke, on dokuz dil ve altmış yedi yönetmene ait. Listedeki dağılıma göre filmlerin yirmi yedisi Fransızca, on ikisi Çince ve on bir tanesi de İtalyanca ve Japonca. Fikrine başvurulan film eleştirmenlerinin doksan dörtü kadın olsa da, ilk yüze giren filmlerin sadece dördü kadın yönetmenlere ait. Ne yazık ki listede Türkiye Sinemasından her hangi bir film bulunmuyor. Ortaya çıkan sonuç sinemanın evrensel dilini vurgular nitelikte. İyi bir filmin tadını çıkarmak için hiç bir sınır veya dil asla engel değil. <p>The post BBC, Dünya Sinemasının En İyi 100 Filmini Listeledi first appeared on Fil’m Hafızası.</p> Gösterimleri herkesin katılımına açık ve ücretsiz olan, SALT’ın sürdürdüğü Perşembe Sineması, Kasım ayında da devam ediyor. Her Perşembe saat 19.00’da SALT Beyoğlu’ndaki Açık Sinema’da gösterilecek filmler ise şöyle: Perşembe Sineması Kasım Ayı Gösterim Programı 1 Kasım Film: Stroszek, 1977 Yönetmen: Werner Herzog 108′ Yeni Alman Sineması’nın önde gelen yönetmenlerinden Werner Herzog’un 1977 yapımı bu filmi, daha iyi bir gelecek umuduyla Berlin’den Wisconsin’e göçen tuhaf bir üçlünün; hapisten yeni çıkmış bir alkolik, ufak tefek bir ihtiyar ile bir fahişenin hikâyesini anlatıyor. Herzog’un senaryosunu dört günde yazdığı film, en favori oyuncularından Bruno S.’nin hayatını temel alıyor. Bir fahişenin oğlu olan ve üç yaşına kadar şiddet gören Bruno S., sonraki 23 yılı ıslahevi ve akıl hastanelerinde geçirir. Yaşadığı zorluklara karşın akordiyon gibi çeşitli enstrümanları çalmayı öğrenir ve sokak müzisyenliği yaparak geçimini sağlar. Filmde benzeri bir hayat süren Bruno Stroszek, birtakım tesadüfi tanışıklıklar sonucu karşısına Ortabatı Amerika’ya taşınma fırsatı çıkınca umutlanır. Ne var ki, kendisi kadar bahtsız iki yol arkadaşıyla yaptığı planlar, Amerikan rüyasının ardındaki hakikatlerin engeline takılır. 8 Kasım Film: Sprawling from Grace Banliyöden Yayılan Yıkım, 2008 Yönetmen: David M. Edwards 82′ ABD’de uygun fiyatlı enerjinin sağladığı olanaklarla yerleşim yerleri gitgide genişliyor, arabalar günlük hayatın vazgeçilmezleri arasında ilk sırada yer alıyor. Amerikan banliyö yaşamının çevre ve iklime etkilerini sorgulayan bu belgesel film, mevcut şekilde şehirleşmenin olası kritik sonuçlarını araştırıyor. Bu yıl dünyanın en büyük ham petrol üreticisi hâline gelen ABD’de sürdürülebilir kentsel gelişimin önemini vurgulayan film, eyalet ve şehirlerin bu yöndeki çabalarını inceliyor. Ayrıca, çeşitli konuşma ve söyleşiler eşliğinde, arazi kullanımı ve ulaşım alanlarında yenilikçi yaklaşımları ayrıntılandırıyor. 15 Kasım Film: Eldorádó Altın Şehir, 1988 Yönetmen: Géza Bereményi 104′ 1956’daki Sovyet işgalinden kısa bir süre önce Budapeşte’de geçen Eldorádó Altın Şehir, insanüstü bir yetenekle dokunduğu her şeyi altına çeviren ve çevresinde kral olarak bilinen bir tüccarın hikâyesidir. Dönemin toplumsal sıkıntılarını kendi çıkarlarına alet eden Sándor, parayla hayatı satın alamayacağı gerçeğiyle yüzleşince gücünün sınırsız olmadığını anlayacaktır. İkinci Dünya Savaşı sonrası Budapeşte’de yaşam koşullarını tasvir eden ve çoğu sahnesi sekizinci bölgedeki Teleki Meydanı pazarında çekilen film devrimden arşiv görüntüleri de içerir. Bu filmiyle 1988 Venedik Film Festivali Altın Aslan Ödülü’ne aday gösterilen Géza Bereményi, bir sonraki yıl Avrupa Film Ödülleri’nde yılın yönetmeni ödülüne layık görülmüştür. 22 Kasım Film: Up the Yangtze Yangtze Nehri, 2007 Yönetmen: Yung Chang 93′ Dünyanın en uzun üçüncü nehri Yangtze üzerine kurulan dünyanın en büyük hidroelektrik barajı, bir milyondan fazla kişinin hayatını ve küreselleşmeyle gitgide büyüyen Çin’i nasıl değiştirdi? Çin asıllı Kanadalı yönetmen Yung Chang, büyükbabasının gençliğini geçirdiği, Üç Boğaz Barajı’ndan dolayı sular altında kalan tarihî bölgeden 16 yaşındaki bir gencin hikâyesini anlatıyor. Liseye gitmek isteyen Yu Shui, zar zor geçinen ailesine destek olmak üzere, Yangtze’de yol alan lüks bir sehayat gemisinde işe başlamak zorunda kalır. Bir yandan bulaşıkçı olarak yetişir, bir yandan da tüketim ekonomisi ve modern teknolojinin imkânlarıyla tanışır. Yönetim tarafından kendisine verilen adıyla “Cindy” uluslararası varlıklı turistlere hizmet ederken ailesi baraj taşkınlarından kaçma derdindedir. Chang’ın bir sehayat gemisi metaforu üzerinden çeşitli yönleriyle modern Çin’i tariflemeye giriştiği bu filmi, 2007 Vancouver Uluslararası Film Festivali’nde “Kanada Yapımı En İyi Belgesel Film” ve 2008 San Francisco Uluslararası Film Festivali’nde “En İyi Uzun Metrajlı Belgesel” ödülüne layık görüldü. 29 Kasım Film: Toivon tuolla puolen Umudun Öteki Yüzü, 2017 Yönetmen: Aki Kaurismäki 100′ Aki Kaurismäki’nin liman şehirlerinde geçen göçmen üçlemesinin ikinci filmi Toivon tuolla puolen Umudun Öteki Yüzü, Suriyeli bir mülteci ile Finli bir restoran sahibi arasında gelişen sıra dışı arkadaşlığı konu alıyor. Göçmen gözaltı merkezinden kaçan Khaled’in yolu, kısa bir süre önce eşinden ayrılmış, kumarbaz Wikström ile kesişir. Yabancı dünyalar ve farklı kuşaklardan iki adam, beklenmedik bir şekilde, karşılarına çıkan engelleri aşmak için birbirlerine destek olmaya başlar. Yönetmen Kaurismäki, Avrupa’nın zorlu göçmen politikalarına dair 2011 tarihli Le Havre Umut Limanı gibi satirik bir komedi olan bu filmiyle 2017 Berlin Uluslararası Film Festivali’nde Gümüş Ayı Ödülü’ne layık görüldü. <p>The post Perşembe Sineması Sonbahar Gösterimleri SALT Beyoğlu’nda! first appeared on Fil’m Hafızası.</p> Werner Herzog, evreni sinemayla keşfetme yolcuğuna devam ederken, yeni belgesel projesi ‘’Fireball’’ ile meteor ve kuyruklu yıldızların mitoloji ve dinlere olan etkisini anlatacak. ‘’Grizzly Man’’, ‘’Happy People: A Year in the Taiga’’ ve ‘’Lo and Behold: Reveries of the Connected World’’ gibi muhteşem belgesellerin yönetmeni olan Herzog, evreni keşif yolculuğunda bir Netflix projesi olan ‘’Into the Inferno’’da olduğu gibi ünlü yerbilimci Clive Oppenheimer ile çalışacak. İkili bu proje ile Emmy adayı olmayı başarmıştı. Werner Herzog ve Clive Oppenheimer ikilisi ‘’Fireball’’ ile dünyayı gezmeye devam edecekler. Kuyruklu yıldızlar ve meteorların dünyadaki yaşamın kaynağına olan etkilerini incelerken aynı zamanda mitoloji ve dinlere olan etkilerini de araştıracaklar. İkili ‘’Into the Inferno’’da da dünyanın dört bir yanındaki volkanik alanlara yolculuklar yapmışlar ve insanlık ile bağlantılarını incelemişlerdi. ‘’Fireball’’ çekimleri halihazırda başlamışken belgeselin dünyadaki yayın hakları için görüşmeler de gelecek hafta Cannes’da yapılacak. <p>The post Werner Herzog Yeni Filmiyle Evreni Keşfetmeye Devam Ediyor first appeared on Fil’m Hafızası.</p> Akira Kurosawa, 1955 Kurosawa’nın az bilinen klasiklerinden biri olan film, Hiroşima sonrasında ailesini Brezilya’ya taşınmaya ikna etmeye çalışan bir babanın karanlık ve düşündürücü trajedisidir. The Exterminating Angel Luis Bunuel, 1962 Zengin birinin evindeki davette bir araya gelen kentin ileri gelenleri, kendilerince en önemli saydıkları konuları tartışırken, tüm kapılar açık olmasına rağmen istemsiz bir biçimde ortamdan ayrılamazlar. Birbirlerine karşı oldukça kibar davranmaktan da vazgeçen bu burjuva topluluk, gittikçe saldırganlaşmaya ve şuur kaybı yaşamaya başlar. A Woman Under the Influence John Cassavetes, 1974 Orta sınıf bir aileye mensup, hayatı eşi ve çocuklarından ibaret olan Mabel’in kendini kaybetme sürecini anlatan bir film. Hayatından hoşnutsuz ve zayıf kişilik özelliklerine sahip Mabel, artık kendisine nasıl davranacağını bilemeyen kocası tarafından bir akıl hastanesine yatırılır. Eraserhead David Lynch, 1977 David Lynch’in ilk uzun metraj filmidir, Eraserhead. Henry adlı ana karakterin kâbusları ve bilinçaltı karmaşası üzerine kurulu filmde diyalog yok denecek kadar azdır. Müzik, sesler ve de sessizlikle örülü film, koyu bir depresyon yaşayan kişinin gözünden aktarılan bir kâbuslar bileşimi. Apocalypse Now Francis Ford Coppola, 1979 Joseph Conrad’ın “Heart of Darkness” adlı romanından uyarlanan film, Vietnam Savaşı sonrası normal hayatına dönemeyen Willard üzerinden aktarır öyküsünü. Türkçe’ye “Kıyamet” olarak çevrilen film; gerçek ile kâbusu seyirciye sınır boyutlarda yaşatan, günümüzde de Vietnam Savaşı konusunda hâlâ ilk akla gelen psikolojik dramlardan biridir. The Shining Stanley Kubrick, 1980 The Shining, Stephan King’in romanından uyarlanan ve Jack Nicholson’un benzersiz performansıyla seyircinin de aklının sınırlarını zorlayan bir film. Kubrick bu filmiyle, King’in yazınsal başarısının önüne geçmeyi başarmış ve yıllar sonra bugün bile hâlâ, psikolojik gerilimin ilk akla gelen örneklerinden birini ortaya koymuştur. Fitzcarraldo Werner Herzog, 1982 Fitzcarraldo, çekimleri üç yıl sürmüş olmasına ve neredeyse hiç gişe yapmamasına rağmen, sinema tarihinin en başarılı filmlerindendir. Klaus Kinski’nin canlandırdığı maceraperest karakter, iflas etmiş bir Avrupalı’dır ve Amazon’larda bir opera binası inşa ederek büyük sanatçıları buraya toplama amacıyla film boyunca çılgınca bir mücadeleye girişir. Herzog’un bu ödüllü filmi, çekim öykülerini de öğrenince seyirciye yönetmenin de deli olup olmadığını sorgulatan türden. Amadeus Milos Forman, 1984 18. yy’da Viyana’da yaşayan ünlü besteciler Mozart ve Salieri’nin başından geçenleri soluksuz izleten filmin sekiz dalda Oscar ödülü var. Yeteneğini ortaya koyarken mantıksızca davranan Mozart’ın yaşam ile sanat arasındaki gelgitlerini izlediğimiz enerjisi yüksek bir film Amadeus. 37°2 Le Matin (Betty Blue) Jean-Jacques Beineix, 1986 Philippe Djian’ın aynı adlı romanından uyarlanan film çoğunlukla Betty Blue adıyla gösterilmiştir, ancak orijinal adı 37°2 Le Matin’dir ve “Sabah 37,2 °C” anlamına gelir. Aşkı farklı boyutlarda ele alan filmde, borderline bir kadın karakterin bu duyguyu nasıl çılgınca yaşadığına tanık oluruz. Teyzem Halit Refiğ, 1986 Küçük yeğeni Umur’un gözünden anlatılan bir teyze öyküsüdür Üftade’ninki. Siyasi bir kaçak olan babası sebebiyle anneannesine sığınan Umur ve ailesi, Üftade’nin trajik hayatına şahit olacaklardır. Benny’s Video Michael Haneke, 1992 14 yaşındaki Benny’nin dış dünya ile olan ilişkisini bilerek bir video düzeneği üzerinden kesmesini anlatan sert ve zorlayıcı bir Haneke filmi. Yönetmenin ‘Duygusal Buzlaşma’ olarak tanımladığı üçlemenin ikinci filmidir. Şiddet dolu videolar izleyen Benny’nin ailesiyle de olan karanlık iletişimi onu, gün geçtikçe akıl sağlığını yitirmeye zorlayacaktır. Memento Christopher Nolan, 2000 Dışarıdan zengin bir iş adamı imajı yaratan Leonard’ın karısına tecavüz edip öldürenleri bulmak gibi temel bir amacı vardır. Ancak bu konuda önündeki en büyük engel kısa süreli hafıza kayıpları yaşamasıdır. Gerek kurgu tekniği gerekse karakterin başından geçen öykülerin ilginçliği bakımından izleyeni ciddi anlamda etkileyen Memento, Christopher Nolan’ın güzide filmlerinden biri. A Beautiful Mind Ron Howard, 2001 John Nash’in hayatından ilham alınarak çekilen film, şizofren bir bilim adamının hayat mücadelesini konu almaktadır. Kafasındaki kurgusal gerçekler ve hayatı arasında denge kurmaya çalışan profesör Nash’in öyküsü, iki dalda Oscar sahibidir. Vanilla Sky Cameron Crowe, 2001 Her şey yolunda giderken sevgilisinin yakın bir arkadaşına âşık olarak hayatının aşkını bulduğunu düşünen David, geçirdiği kazayla, mantığını ve sahip olduklarını yitirmeye başlar. Depresyonunu yenip her şeyi yeniden elde etmek uğruna kabulleneceğiyse uçuk bir süreçtir. Tom Cruise, Penelope Cruz ve Cameron Diaz’ın başrollerinde olduğu film, karakterlerin tehlikeli hayatlarını aktarırken kullanılan müziklerle de öne çıkmakta. Spider David Cronenberg, 2002 Bir psikiyatri kliniğinde uzun süre tedavi gören Dennis, sokaklara döndüğünde geçmişine ait kokular, sesler ve görüntüler üzerinden anılarını sorgular. Psikolojik bir gerilim olan filmin başrolünde Ralph Fiennes ve Gabriel Byrne var. Gothika Mathieu Kassovitz, 2003 Kriminal psikoloji alanında uzman olan Miranda, eşinin ölü bulunmasıyla birlikte bir anda kendini çalıştığı hastanenin koğuşlarından birinde gözetim altında bir suçlu olarak bulur. Meslektaşları ve eyalet yetkilileri tarafından eşini öldürdüğüne inanılan kadın, olanları hatırlamaya başladıkça masumiyeti konusunda sıradışı gerçekleri ortaya çıkarır. There Will Be Blood Paul Thomas Anderson, 2007 Magnolia (1999), Boogie Nights (1997) ve Punch Drunk Love (2002) gibi filmlerde imzası olan Paul Thomas Anderson’un çok ses getiren, iki Oscar ödüllü bir diğer filmi. 1900’lu yıllarda geçen öykünün merkezinde, hayatında oğlundan başka kimse olmayan, bir petrol şirketinin hırslı sahibi Daniel var. Bir roman uyarlaması olan filmin müziklerini Radiohead’in gitaristi Johnny Greenwood yapmış. Shutter Island Martin Scorsese, 2010 Rachel adında bir akıl hastasının kaybolması üzerine, tehlikeli akıl hastalarının tedavi gördüğü Shutter Adası’ndaki hastaneye soruşturma yapmaya gelen iki polis memurunun yaşayacağı esrarengiz olaylarla aktarılan etkileyici bir Scorsese filmi. Rüyalar ve gerçekler arasında şekillenen olayların başrolünde başarılı oyuncu Leonardo DiCaprio var. Black Swan Darren Aranofsky, 2010 Natalie Portman’ın başrolünde yer aldığı, bir balerinin, sahnelenecek Siyah Kuğu adlı oyunun provaları süresince rekabet üzerinden yaşadığı akıl dışı handikapların anlatıldığı film, Portman’a Akademi Ödülü’nü kazandırmıştır. Take Shelter Jeff Nichols, 2011 Dünyanın sonunun geleceğine inandığı için eşi ve sağır oğlunu korumak amacıyla bir sığınak yapmaya başlayan Curtis, çevresi tarafından anlam verilemeyen davranışlar sergilemeye başlar. Tüm reaksiyonlarıyla birlikte kendisininki gibi ailesinin rutin hayatını da bambaşka bir boyuta sürüklemeye başlayacaktır. <p>The post Karakterleri, Aklın Sınırlarını Zorlayan 20 Film first appeared on Fil’m Hafızası.</p>

# Makalelerin Başlığı Anahtar Kelime Makaleye Bağlantı Makalelerin Detayları